Bu yazıda murad edilen, Kiarüstemi’yle henüz tanışmamış olan okurlarda bir motivasyon yaratabilmek ve filmografisindeki bazı köşe taşlarını “yaldızlayarak” görünür kılmak.

Sevdiğiniz bir sanatçının kaybı haberini aldığınızda, siz de benim gibi “eksildiğinizi” hissediyor musunuz? İçinize dokunacak şiirler artık yazılmayacak, hayallerinizi okuyamayacaksınız bir daha yeni yazılmış  hiçbir romanda, bildiğiniz ne varsa unutturmayacak artık hiçbir yeni şarkı…

 

Sinemacılar peki? Fotoğrafçılar, ya da? Bir daha onların gözünden, onların merceğinden bakamayacak olmak dünyaya… Onların gidişleriyle yarattıkları eksikliğin bende oluşturduğu boşluk hissi, nedense daha belirgin. Açıklanabilir pek çok sebebi vardır bunun muhakkak fakat yazımızın konusu olmadığı için, kıyısından başka bir hatta ilerleyelim.

Geçen yaz, bir büyük yönetmen hayatını kaybetti: Abbas Kiarüstemi. Bugün “İran sineması” diye bir vakıadan bahsedilebiliyorsa, Abbas Kiarüstemi’nin hatırı sayılır payı ve emeği vardır. Son derece kişisel değerlendirmelerin yer alacağı bu yazıda, size Kiarüstemi’yi uzun uzadıya anlatmayacağım. Zira pek çok dergide onlarca yazı yayınlandı, filmleri ve sineması üzerine. Filmleri teker teker anlatılmaya kalkılsa ya da, zaten derginin yekûnunu kaplayacak kadar çok… Benimse bu yazıda muradım, çok sevdiğim Kiarüstemi’yle henüz tanışmamış olan okurlarımızda bir motivasyon yaratabilmek ve filmografisindeki bazı köşe taşlarını “yaldızlayarak” görünür kılmak.

İran sineması yok olabilirdi

İlk küçük adımla yazıya başlayalım öyleyse…

İran gibi bir ülke, İslam devrimiyle o karanlık tünele girdiğinde, sinema sanatı mutlak bir yok oluşla karşı karşıya kaldı. Sinema salonları yıkıldı, filmlerin kopyaları yıkıldı, sanatçıların bir kısmı ülkeyi terk etti… Hepimizin malumu, ülkelerin (ve kaderlerin) altüst olduğu dönemlerde sanatçıların takındığı tavır, daima mercek altına alınır. Aydın tavrı çünkü, ülkenin geleceği için de belirleyici olabilir. İran’da, “siyaseten” yaşanan depremin sosyal hayatı darmadağın ettiği bu süreçte pek çok aydın, hiç olmazsa gündelik hayatını sürdürebileceğini sandı önce. Yaratılan basınca sessiz kalanlar, yaşananları görmezden gelenler, hele bir yol alsınlar, sonra bakarız diyenler oldu. Oysa Humeyni rejimi, asırlardır o iktidar koltuğuna tırnaklarını geçirmeyi beklemişçesine, hiçbir boşluk bırakmadan sanatçıların soluk borusunu kesmeye çalıştı ilk olarak.

(Burada asıl konuya bir küçük ara vermek gerekiyor; zira birazdan kapısını aralayacağım “sansür” bahsinin, İran’da İslam devrimiyle başlamadığını hatırlatmalıyım. Şah döneminde de yoğun bir baskı söz konusuydu, o kadar ki 1977’de onlarca yabancı film sinemalarda gösterilirken, sadece 9 İran yapımı film çekilebilmişti.)

Devam edelim…

Şah döneminde temelleri atılan Çocukların ve Gençlerin Entelektüel Gelişimi Enstitüsü bünyesindeki Sinema Akademisi’nin başına, yine şah döneminde Abbas Kiarüstemi getirildi. Kiarüstemi, ülkenin hem önemli  bir grafik tasarımcısı, hem çok iyi bir fotoğrafçısı hem de tanınmış bir sinemacısıydı. Akademinin başında olduğu dönemde, 60’lı yıllardan itibaren sağlam bir damar yakalayan İran sinemasının, pek çok yeni sinemacı ve filmle tanışmasına vesile oldu. Bu sayede halkın sinemayla ve bilhassa İran sinemasıyla kurduğu bağa yeni düğümler atıldı.

İşte bu düğümler sayesinde, Humeyni döneminde filmlerin negatifleri yakılır, sinema salonları yıkılır ve sinemacılar yapayalnız bırakılırken, “bazı” yönetmenler sinemada ısrar edebilmiştir. Halkın sinemayı sevmesi sağlanmıştır bir kere… Yani yönetmenlerin amaçlarına bir ölçüde ulaştıkları söylenebilir. Kiarüstemi de filmlerini çekmenin (hatta gösterime sokabilmenin)  yollarını arayıp bulabilenlerdendir İslam devrimi sürecinde. Hatta Humeyni, sinemayı bir propaganda aracı olarak kullanmak varken yasaklamanın anlamsızlığına değinmiştir. Görüldüğü üzere, her kesimin derdi ayrı…

Sansürle mücadele yöntemleri

Yukarıda belirtmiştim; İran sinemasında sansürün, Humeyni’den önce de uygulandığını. Bu noktaya geldiğimizde şunu da söylemek gerekir ki İran sinemasını, sansürle mücadelenin şekillendirdiğini iddia etmek, ülkenin derin tarihine ve kültürüne saygısızlık etmek olur. Ancak, sansürle mücadelenin en eşsiz örneklerine de İran sinemasında rastlıyoruz. Kiarüstemi sinemasında, sansürle mücadele izleğine birkaç örenk vermek gerekirse, şunları sıralamak mümkün: Kiarüstemi’nin daha 1979’da çektiği Birinci Olay, İkinci Olay filmi mesela, devasa bir kulak diyagramıyla açılır. Otorite figürü öğretmenin tahtaya çizdiği kulak ve sınıfta kurduğu baskı, filmin çekildiği dönemi perdeye taşımıştır bir bakıma.

Kiarüstemi, Ve Yaşam Sürüyor, Kirazın Tadı, On filmlerini neredeyse bir arabada çekmiştir. Kirazın Tadı’nda intihar ettikten sonra naaşını defnedecek birini arayan adamın, dış dünyayla ısrarlı temasını izleriz. On’da ise bir kadının direksiyonun başında olduğu arabadan ayrılmaz kamera. Yönetmen, arabalara olan sevgisini sinemada da kullanmıştır yani. Zaman zaman kendi ülkesinde film çekmeleri çeşitli bahanelerle engellenen sinemacılar açısından araba, “az zamanda çok ve büyük işler” yapmak için işlevsel bir plato olabiliyor demek… Arabanın içindekiler ve dış dünyadakilerin teması, seyir halinde olmanın sağladığı kolaylıkla sayısız faktöriyele ulaşabilir. Kiarüstemi, işte tam da bu “hesap edilmemiş” seçeneklerin yönetmenidir.

Bir üstteki paragrafın son cümlesine neşter vuralım mı? Hesap edilmemiş seçenekler… Denenmemişe el atmalar… Kimsenin aklından geçmeyen perspektifler kullanmalar… Mesela, bir sinema filminde “doğal olarak” konuşan kişiye odaklanırız değil mi? Yönetmenimiz Kiarüstemi,“dinleyen”e sabitler kamerasını. Bana kalırsa, şiirselliğinin temel kaynaklarından biri de burasıdır. Dinleyenin yüzünden anlarız, anlamaya çalışırız hikâyenin seyrini, işittiklerimizden değil de… Belki büyük bir hikâye anlatıcısı sayılmaz Kiarüstemi fakat hikâyeyi, bu akla gelmeyen kaynaklardan besleyip çoğaltmayı denemiş ve bunu başarmıştır…

2000’lerin başında çektiği Şirin, başından sonuna kadar bunun filmidir örneğin. Kamera, 90 dakika boyunca sinema perdesinde bir aşk hikâyesi izleyen 113 kadının yüzüne odaklanır. Filmde her ne kadar Hüsrev ile Şirin anlatılıyorsa da, hikâyeye olan ilgimizi kaybeder, kadınların yüzlerine kapılırız.

Taşra: Sıkıntı değil şiir

Yazılabilecek o kadar çok şey var ki… Maalesef, son bir pencereyi daha aralayıp, yazıya son vermek zorundayım. Kiarüstemi sinemasında “taşra” bizdekinden farklı olarak bir “sıkıntı” ya da bir dekor olmamıştır hiç. Kendi kültüründen beslenen bir yönetmenin, anayurdunda kalma ısrarının çizdiği bir rotadadır kasabalar, köyler. Filmlerini çekerken orada yaşayanlarla temas kurar, bu temas da başka başka filmler doğurur. Sessizce… “Neden bizi çekiyorsun ki, biz o filmleri asla izleyemeyeceğiz” diye sitem edenlerin karşısında, sessiz kalmıştır Kiarüstemi. Ama çoğunlukla, oralardadır. Ya yeni filmler ya da mesela, 1990’daki büyük deprem sonrasında, Arkadaşımın Evi Nerede filminde oynayan Ahmed’in akıbetini öğrenmek için oradadır… Bu ziyaretten de yeni hikâyeler, filmler doğacaktır kuşkusuz.

Kiarüstemi’nin onlarca filmini değil de “şiirini” izledik gibi hissetmişimdir daima. Mart ayında kanser olduğu haberini okuduğumda, (onu seven pek çok izleyici de eminim aklından bunları geçirmiştir) yokluğuna hazırlamaya çalıştım kendimi. Artık yeni bir filmini izleyemeyecek olmaya, evet, alışamayacağımı kabul ediyorum bugün. Ancak bu kabul, filmlerine bir daha bir daha izleyip, onun göz merceğine yetişmeye uğraşmama engel değil.

Her izleyişimde daha önce görmediğim bir fotoğrafçı gözü, bir tasarımcı perspektifi, bir sinemacı duygusuyla karşılaşacağımı bilerek…