Hangi sözcüğü önce yazmak gerekir? Başkaldıran sanat, başkaldırı sanatı, sanat başkaldırır, sanatın başkaldırısı…
Daha iyi, daha insanca bir yaşam umudu ve mücadelesi sınıflı toplumların başlangıcından beri hep var olmuştur. Siyasal iktidarı ellerinde tutan sömürücüler de sömürülerini sürdürebilmek için tarih boyunca farklı yöntemler kullanmışlardır. Sömürücülerin baskı ve zulmü zaman zaman akıl almaz boyutlara ulaşmıştır. Ancak sömürü düzeninin, sömürülenlerin düşünme biçimlerinde yol açtığı çarpılma belki de sömürünün devam edebilmesinin en büyük güvencesi ve en şaşırtıcı yanıdır.
İçselleştirilmiş egemen ideoloji çoğu kez yaşanmakta olanın olduğu gibi algılanmasını imkânsız hâle getirir. Öyle ki sömürülenler, sömürü düzenini tek ve biricik gerçek olarak algılamaya başlarlar. Hayatın başka türlü olabileceğini düşünemez olurlar ve giderek acı çekiyor olmalarına rağmen kanlarını emen koşulları ve yapıyı yüceltirler, kendi bilinçli çabalarıyla, kendilerinin ve kendileri gibilerin gözlerine, gerçeğe karşı perde çekerler. Bu da genellikle korkular sayesinde olur. Ekmeklerini, dostlarını, sınırlı bile olsa sahip olduklarını, inançlarını, hatta “zincirlerini” kaybetme korkusu sömürülenlerin gözlerini kör eder.
Egemen ideoloji başka bir yoldan daha sömürülenleri ele geçirebilir. Sömürülenlerin bir kısmı neler olup bittiğinin farkında olabilirler, hatta sömürenler sömürülerini uluorta, apaçık, hiç gizlemeye çalışmadan neredeyse küstahça bir tavırla sürdürüyorlardır. Bu durum sömürülenlerin bilinçli olanlarını öyle bir öfkelendirir ki gözleri, sömürenlerden, onlara baskı ve zulmü uygulayanlardan başka hiçbir şeyi görmez olur ve bütün isyanlarını sömürenlere göre tasarlamaya başlarlar. Muhalefetlerini, karşı çıkışlarını, taktik ve stratejilerinin tümünü, umutlarını ve öfkelerini sömürenlere göre yapılandırır ve biçimlendirirler. İşte bu da daha iyi, daha insanca bir yaşam umudunu yok eder. Ortada kurulacak yeni bir yaşam kalmaz, sadece yok edilmesi gereken sömürenler vardır. Böylesi bir isyan fikri, kendini egemen ideolojiye göre biçimlendirdiği için yaratıcı gücünü kaybeder, sadece kör bir öfke olarak kalır. Böyle bir isyan bağırır, çağırır ama sonuç alamaz. Daha da beteri, böyle bir isyan sömürü düzenini sömürenle özdeşleştirdiği için sömürgen yapıyı görünmez kılar.
İşte sanat tam bu noktada devreye girebilir. Çünkü sanat, yapısı gereği, gerçeklikten yola çıkılarak oluşturulmuş bir soyutlama, bir kavramsallaştırma ise gerçekle aramıza, gerçeği, alışageldiğimizin dışında, farklı bir açıdan algılamamıza olanak tanıyan bir uzaklık koyabilir. Bunu aslında her gerçek sanat yapıtının yaptığını söylemek yanlış olmayacaktır, ne de olsa sanat bir anlamda gerçekliği sorgulamak, onunla hesaplaşmak demektir. Ama özellikle de başkaldırının ve isyanın sanatı kendini bu uzak açıyla tarif eder.
Bu konuda Bertolt Brecht’i hatırlamak gerekir: “Gerçeği bizim etki alanımızdan uzaklaştıran aşinalık niteliğinden arındırmak”tan söz eder çünkü egemen sömürücüler sınıfı, bu aşinalık niteliği sayesinde sömürüyü sürdürebilmektedir. (“Bu hep böyle gelmiş, böyle gidecektir.”) Katlanarak artan bir sömürüye yaslanan büyük dönüşümün, doğayı egemenlik altına alma dönüşümünün, çözümleyici ve eleştirel bir görme biçimi sayesinde gerçekleştiğini, bu görme biçimi sayesinde doğada bulunan üretici güçlerin ortaya çıkarılabildiğini, ama bu eleştirel bakışın “egemenliğini ona borçlu olan sınıf tarafından, (yani egemen sınıf/sınıflar tarafından) insan ilişkileri alanına yönelmesinin özellikle engellendiğini” de söyler Brecht. İşte egemen ideolojinin körleştirici gücü tam da budur. Nâzım Hikmet de bu güce maruz kalmış, sömürülenleri görüp, “Akrep gibisin kardeşim” diye başlayan dizelerini yazmış olmalı. Analitik/eleştirel görme biçiminin insan ilişkileri alanına yönelmesi demek, sömürü ve baskı düzeninin nasıl çalıştığının aşikâr olması demektir ki sömürücülerin en korktukları şey herhalde budur.
İsyanın ve başkaldırının sanatı bunu temelde mizahla ve özellikle de ironiyi kullanarak yapar. Mizah, öncelikle egemen güçleri varsayılan kudretinden soyundurur, onu en zayıf, en kırılgan hâliyle çırılçıplak bırakır. Bunu da çoğu kez onu “iktidar olarak görmeyerek” gerçekleştirir. İktidar kuran her türlü egemen söylemi tersyüz eder, alaylayarak boşa çıkarır. Bu, iktidarı hafife almak, onu küçümsemek ya da sempatikleştirmek değildir. Tam tersine, onun içini boşaltmak, gücünün geçiciliğini ve sınırlılığını göstermektir. Daha da önemlisi başkaldırının kendini iktidara ve egemen güçlere göre değil, kendine göre tanımladığını gösterir. Mücadele, sadece egemen güçlerin dayattığı biçim ve yollarla yürümeyecektir. Üstelik mizah ve ironi, sömürü ve baskının yarattığı ezilme duygusunu seyreltir, böylelikle sömürülenin kendiliğinden gücünün farkına varmasını sağlar. Bunu sömürüleni yücelterek değil, sömürü ve baskı mekanizmasını açık ederek, dolayısıyla sömüreni varsayılan gücünden yoksun bırakarak yapar. İllüzyon bozulur, birdenbire egemen güçlerin bir “kâğıttan kaplan olduğu” görünür.
Başkaldırının estetiğinde, sömürülenin baskı ve sömürüye karşı çıkma noktasına gelmesini de çoğu kez mizah ve ironi sağlar. Ezilenlere içi boş bir moral vermez, sömürü ve baskı mekanizmasını görünür kılarak mücadelenin nasıl olacağını da ezilenlerin tasarlamasını, hayal etmesini sağlar. Bu da sıradan bireyleri zaman zaman kendileri farkına varmadan isimsiz kahramanlar hâline getirir. Aslında mesele kahramanlar yaratmak değildir, mesele daha sonra kahraman olarak görülenlerin sahip olduklarını hiç düşünmedikleri güçlerinin ortaya çıkmasıdır, çoğu kez buna kendileri bile şaşarlar.
Sınıflı toplumun doğup sınıf mücadelelerinin başladığı çok eski çağlardan günümüze, halk kültürünün hep aykırı bir bakış açısına sahip olduğundan söz eder Dario Fo. Bu aykırı görme biçimi tanrıları, kralları, her türlü otoriteyi, katılığı ve baskıyı analitik/eleştirel bir açıdan ele alarak, içini boşaltır; böylelikle yaşamı, yaşamı güzelleştiren emeği yüceltir. Bu arada baskıcı bir nitelik alırsa kendini de konu alır ve kendine de karşı çıkar. Halk kültürü ve sanatının bu aykırı görme biçimi, mizah ve ironiyle öylesine bir enerji açığa çıkarır ki egemen güçler açısından bu çok ürkütücüdür. Çünkü onların kavgacı diliyle konuşmaz, sakin, esnek ama çok güçlüdür çünkü farkındalığa, bilgi ve bilince dayanır. Gücünü göstermeye çalışmaz çünkü gücü zaten oradadır. Egemen güçleri de güçsüz göstermeye çalışmaz çünkü onlar ezilenlerin uyanışının, bilinçlenerek farkına varışlarının gücü yanında zaten çok güçsüz görünürler.
Egemen ideolojiyle giriştiği bu hesaplaşma sanata sınırsız bir yaratıcılık olanağı tanır. Daha doğru bir deyişle sanatsal yaratıcılık bu hesaplaşmayla kanatlanır. Yeni şeyler eski biçimlerle anlatılamaz. “Balzac’a tutunun demek suya tutunun demektir.” der Brecht. Yeni biçim denemeleri deneyenlere de görünür hale getirmek istediklerinin aslında ne olduğunu ve nasıl anlatabileceklerini öğretir. Alımlayanlar ve anlatanlar için heyecan verici bir süreçtir bu. Başkaldıran sanat yaratıcıdır ama en önemlisi yeni bir hayatın yaratıcısıdır. Böyle bir sanat, alımlayıcısını da sanatçısını da dönüştürür.
Brecht’in tiyatro sanatı için söylediği, sanırım bütün sanatlar için geçerlidir: Sanat, son çözümlemede “sanatların en yücesi olan yaşama sanatına hizmet eder”. Daha iyi bir yaşam sanatı da kendini buna göre biçimlendirir, gelecek onundur, o yüzden gücünden emin ama analitik/eleştirel bakışını önce kendine yönelterek heyecan verici, coşkulu, yaşam dolu yolculuğuna devam eder.
Bu yazı, Sanat ve Hayat Dergisi’nin Kış 2018 tarihli 13. sayısında yayınlanmıştır.