Dürüstlük, Cesaret, Açıklık, Ortaklık

Kadının varlığı ve toplumsal konumu, içine doğduğumuz coğrafyada neredeyse daima olumsuz bir çağrışımla birlikte anılmış, toplumsal inşası keskin ve aşılmaz sınırlar, yıpranmış ve kontrolsüz sinirler, hatta genellikle gerçeklikten kopuk, dayatılmış hayallerin kucağında kurulu sanrılarla birlikte halen anılmaktadır. Çağları sonraki zamanlara aktarmanın en önemli kaynaklarından biri olan yazınsal birikim de bu temsillerden nasibini elbette almıştır.

Bu yazı haddinden büyük işlere kalkışmayacak, kadınların edebiyatını ya da kadın edebiyatını incelemek gibi bir hedefin ardına düşmeyecek. Yalnızca son zamanlarda elimden geçen kitaplarda dikkatimi çeken bazı ortaklıklar üzerinden yeni sorular oluşturabilmeyi, belki de yeni tartışmalar açmayı hedefliyor olabilirim en fazla. Zamanın akışkan ve değişken karakteriyle birlikte akmakta ve değişmekte olan kadın kalemlere ilişkin yazılmış yazılara, yapılmış çalışmalara küçük bir katkı olması yazının hedefine ulaşması için yeter de artar bile.

Malum yeni bir yıl başladı. Silkinip atacak koca bir senenin tortusu var üzerimizde. Her kadın bilir, yeni bir sene, hızla geçecek bir ocak ayını, ardından başladığı gibi bitecek bir şubatı ve nihayet bir sene hasretini çektiğimiz martı fısıldar yapraklarını çevirdiğimizi rüzgârlarla. Yapayalnız kaldığımızdan, bakışlarda boğulduğumuzdan, dört bir yandan sarıldığımızdan, nefesimizin boğazımızı yaktığından neredeyse eminken, sene yeniden devrilecek ve el ele, kol kola, aşkla isyan arasında, ikisine de aslında hiç benzemeyen bir duyguyla sokağa çıkacağız yeniden, güneşin altına. Sesimiz birbirimize karışacak, saçlarımız aynı rüzgârla uçuşacak, pabuçlarımız erkek akıllarca yapılmış çirkin asfaltlarda birbirinden umutlu adımlara havalı, özgün, kalabalık imzalar atacak. İşte o gün yaklaşırken, biraz daha kıymetli oluyor biriktirdiklerimizi hatırlamak; bizi düşünerek, varlığımızı bilerek ele alınan kalemlerin izlerini takip etmek; o izlerin yerleştiği sayfaları koklamak. Başlayalım o zaman.

Kapağını ilk kaldıracağımız kitaplardan biri Karanlığın Sol Eli olsun. Bu kitap, Kış adlı bir gezegende, toplumsal cinsiyet normlarının tümünden azade bir toplumda, insanların birbirini sevme biçimleri arasındaki hiyerarşinin anlamını yitirdiği, cinsiyetlerin yılın başka zamanlarında başka hormonal seviyelere göre değiştiği, benzerliklerin doğrular, benzemezliklerin günahlar olmadığı bir yaşama biçiminin kapısını aralıyor. İçinde hapsolduğumuz normlar bir kurmacanın içinde dahi yumuşatılıp kaldırılınca karşımıza çıkan olasılıklar daha çarpıcı, daha güçlü etkiler bırakıyor. Bu mevzubahis gezegene bir gün yabancı bir erkek geliyor ve onları normların, sınırların dünyasıyla yüzleştiriyor. Aslında, ünlü psikanalist Carl Jung’un yıllar önce dillendirdiği gibi içinde hem animus (erkeklik) hem de anima (kadınlık) potansiyeli taşıyan ve bunlardan birini hayatları boyunca bastırmaya mahkûm bırakılmış patriyarkal kapitalist düzenin sıradan insanının kendi etrafına ördüğü duvarlarla tanışmaya ve yüzleşmeye cüret ediyor Le Guin bu kitapta. Bu animus ve anima meselesini yazının farklı yerlerinde tekrar değinmek üzere şimdilik bir kenara bırakalım. Görebileceğimiz bir yere.

Ne de olsa iki insan arasındaki derin bir sevginin derin bir acı da verme gücü ve olasılığı vardı.
                                                                                      Karanlığın Sol Eli, Ursula K. Le Guin

İkinci kitabımız, Marge Piercy’nin kaleme aldığı Zamanın Kıyısındaki Kadın olsun. Bu da Karanlığın Sol Eli gibi bilimkurgu tarafı ağır basan, şimdi ile gelecek arasında, adında da söylediği gibi zamanın kıyısında duran bir kadını almış, baş karakter yapmış bir kitap. Gelecekten geldiğini iddia eden bir başka kadın hem şimdideki kadını hem de okuyucuyu kadınlara yüklenen en kutsal görevlerden biri olan annelikten azade bir yapı içinde, duygulara, düşüncelere, toplumsal uyuma ve eşitliğe, doğaya, canlı olana toptan bir saygı, sevgi ve minnet duyulan ve bunun temel ahlaki çizgi olarak benimsendiği yeni bir zamanın ihtimali ile yüzleştiriyor. Takdir edersiniz ki bu da oldukça cesur bir hamleye tekabül ediyor. Piercy, bu cüretiyle tüm kurallarını yüzyıllardır erkeklerin koyduğu bir oyunu, halen bu oyunun içinde olan, şimdide yaşayan bir kadına, şimdi tarafından işlevsiz hale getirilmiş, kötücüllükle çevrelenmiş olan Connie’ye anlatmaya cüret ediyor. Bu cüret de hâlâ şimdide varlığını sürdüren okuyucular olan bizi bambaşka ihtimallerin ufukta parladığı bir kadın aklına haklı bir umutla bakarken sarıp sarmalıyor, kanımıza karışıyor.

Sayın profesör, zayıfın öfkesi hiçbir zaman geçmez, yalnızca biraz kararır. Karanlıktaki güzel bir rokfor peyniri gibi kararır, daha bir güçlenip daha bir ilginçleşir. Yoksul ve zayıf olanlar öfkelerini koruyarak ölürler ve belki de mezarın karanlığında saç ve tırnak gibi öfke de büyüyordur.
                                                                              Zamanın Kıyısındaki Kadın, Marge Piercy

Şimdi, biraz da buruk bir şekilde, parıltılı sayılabilecek ütopyalardan karanlığın gücüyle beslenmiş distopyalara geçelim. Bu geçiş, bizi Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü’ne doğru götürecek –bırakalım götürsün. Artık herkes belirli bir düzeyde bu öyküye aşina, dizisi en çok izlenenler listelerini uzunca bir süre mesken tuttu. Yine de kısaca bahsedelim. Bu distopyada Amerika’da bir çeşit iktidar ve yönetim değişikliği meydana geliyor ve doğum oranlarındaki düşüşlere karşı bir önlem olarak bu yeni sistemde, hâlâ doğurgan olan kadınlar yüksek mevkili adamların evlerinde damızlık olarak beslenip aylık periyotlarla tecavüze uğrayarak hamile kalmaya ve ülkeye çocuk vermeye çalışıyorlar. Biz, bütün bu öyküyü, bu kaderden mustarip kadınlardan birinin ağzından ve aklından dinliyoruz –ki bu da baş karakterimiz halen eski bir sistemi de anımsamakta olduğu için– yaşanan değişimi daha çıplak bir şekilde görmemizi sağlıyor. Peki, Atwood bu anlatıyı neden kaleme alıyor? Beterin beterini görüp halimize şükredelim diye mi? Halen tecavüzler oluyor ama “en azından şimdilik yasadışı” diyerek sisteme sahip çıkalım diye mi? Elbette hayır. Kitabın belki de en karanlık sayfalarını yararak sızan ışık, Mayday isimli bir örgütlenme ile birlikte geliyor. Atwood bir yandan zulmün hüküm sürdüğü her zeminin direniş için nasıl uygun bir hale geldiğini, bunun için gerekli olan iradenin süren işkenceyle nasıl perçinlendiğini anlamak için, öte yandan da zaten birçoğuna çoktandır aşina olduğumuz erk bahçelerin zehirli meyvelerini ayyuka çıkarmak için distopyaların bütün nimetlerinden de faydalanarak nesneleri olduğundan biraz daha büyük ve deforme bir biçimde gösteren bir tümsek ayna koyuyor önümüze.

Susturulanlar duyulmak için yaygara koparacaklardır, sessizce de olsa.
                                                                             Damızlık Kızın Öyküsü, Margaret Atwood

Ütopyaların ve distopyaların dünyasından usulca sıyrılıp gerçekliğin sert duvarına da emin bir şekilde yaslanmadan evvel bir geçiş durağı aranacak olsa herhalde Türkçe edebiyatın en ağdalı kadın kalemlerinden biri olan Aslı Erdoğan’da bulunurdu. Kendi deyimiyle “travmalarını fazlaca ele veren” bir yazım biçimi olan Erdoğan, imgelemlerle, sözcüklere zaman zaman taşıyabileceğinden fazlasını yükleyen üslubuyla ve kendinin değil, bulunmuş bir deli güncesinin olduğunu iddia ettiği sanki tersyüz edilmiş bir insanın bizim gözümüz değene kadar hiç havayla temas etmemiş kıpkırmızı içine bakıyormuş hissi veren açıklığıyla, başka bir cüreti daha ortaya koyuyor. Kapattığımız, utandığımız, yok saydığımız, rahatsız olduğumuz ve hatta elimizde olsa tedavi etmeye çalışacağımız duygular ve onları oluşturan durumlar, kalemi tutan bu kadın tarafından sahipleniliyor –bir de üstüne kalıcı bir form edindirilerek yazılıyor. Bu tarzdaki kitapları tümden kurmaca olmadığı için bu yazının kapsamı dışında kalmalı mı diye düşündüm aslında, ancak ihtimalleri sahiplenme, onlarla yüzleşme ve daha önce de bahsi geçen antropomorfik arketipleri, yani animus ve animayı sahiplenen bir tarzı olduğu su götürmez bir gerçek. O yüzden, kuralları bozan ve oyunları başka biçimlerde de kuran Aslı Erdoğan’dan da söz etmek gerekliydi. Sadece bir delinin anlayabileceği şeyleri Bir Delinin Güncesi’nde yazması da gerek ve yeter koşulu sağladı diyebiliriz.

Ayaklar altında çiğnenmiş, askıya alınmış, delik deşik edilmiş yaşama hakkına sahip çıkmak zorundayız. Zulmün, şiddetin, nefretin iktidarını önlemek, celladın dilinin hepimize sirayet etmesinden korunmak için. Ötekini tanımadan kendini tanımanın, kendini üstlenmenin mümkün olmadığını görmeli, insanın kendinden bir parçayı öldürmeden, başkasını öldüremeyeceğini kabul etmeliyiz. Belki de insanca olan her şeyin son sığınağı, gene de insanlık kavramı.

                                                                                            Bir Delinin Güncesi, Aslı Erdoğan

Yavaş yavaş, gerçekliğin çağrısına kulak vermeye devam edelim. Gerçeklerle tanışmaya henüz hazır olmadığımız yaş ve zamanlarımızda, küçük bir fragman niteliğinde bize anlatılan veya okunan masallarla sürdüreceğiz yazıyı. Zira, kadınların kaleminden arketiplerden ve reddiyelerden söz ederken Clarissa P. Estés’e değinmemek gerçeklerin masallarla dillenen çağrısına sırt çevirmek olurdu. Birçoğumuzun kitaplığında çoktan yerini almış olan Kurtlarla Koşan Kadınlar kadim kadın mitlerini unutmadan bildik masallara baktığımızda neler görebileceğimizi sabırlı ve açıklayıcı bir dille anlatan bir başucu kitabı niteliği taşıyor. Kitap, sırayla bir masalı anlatıyor, hemen ardından masalın ne anlattığını anlatmaya başlıyor. Tarih boyunca çeşitli biçimlerde bastırılmış ve kendimizden utanmamız öğretilerek yaralanmış olduğumuzu unutmadan içimizde bir yerde hâlâ var olduğunu bildiği cesaret eden, yaratan ve yıkan vahşi kadına yalın ve doğanın içinden bir sesle baskıcı olmayan bir çağrı yapıyor. Vahşi kurtlar ve vahşi kadınların doğal yaşam alanlarındaki hareket ortaklıklarına kadar uzanan bu kitap hem doğamıza hiç ama hiç uymayan, erkeklerce kurulmuş bir sistemde yaşamak zorunda olmamızın bizi kapasitemizin ne kadar gerisine attığını hatırlattığı için hem de bizden özenle saklanan bilgilere yeniden eriştiğimizde önümüze serilebilecek yeterlilikler dünyasının ihtimalinin bile ne kadar güç verdiğini yazmaya cüret ettiği için kendimize doğru çıktığımız bu yolda bir yoldaş sayılmalı.

Yasaklamalarına uymak için sizden ruhunuza zarar vermenizi talep eden bir kültür, gerçekte çok hasta bir kültürdür.

                                                                              Kurtlarla Koşan Kadınlar, Clarissa P. Estés

Masalların çağrısından çok uzaklaşmadan, bu sefer Türkçe edebiyattan bir masal kitabına geçelim. Pelin Temur’un kaleme aldığı, yetişkinlere yazılmış masalları içeren Bir Kız Varmış adlı kitap, adının da söylediği gibi daha çok kadınların ya da insanların kadın tarafının (anima) aşina olduğu kelimelerle kurulan masallardan oluşuyor. Zalimlerin ve zorbaların zulmü ile bir şekilde yolu kesişen masal kahramanları, ağaçlarla, sarmaşıklarla, kalpleriyle ve kuşlarla birlikte, onların gücünden ve bilgeliğinden onları tüketmeden beslenebilerek mücadele etmenin imkânını sunuyorlar sayfalarda. Kulak verilecek ve verilmeyecek sesleri ayırmayı üstenci bir şekilde öğretmeden okuyucuyla konuşabilen anlatılara özlem duyanların mutlaka eline geçmesi gereken bir kitap da bu.

Bazen kulağına sözcükler çalınırmış. Mesela biri yıldız mı dedi, tüm yıldızlı gök açılıp genişleyiverirmiş içinde. Ölümleriyle ışıldayan gökcisimleri, kara delikler, sonsuz uzay boşluğu, kızın içinde ürkütücü sessizlikte bir fırtına gibi eser, tüm sesini, nefesini emip bitirirmiş. Biri elma mı dedi, tohumdan ağaca kadar tüm zaman akıp eziverirmiş içini. Işık, toprak, kan… Nasıl baş edilir hiç kıpırdamadan tüm zamanı kat eden sözcüklerle…? Kız baş edemezmiş.

                                                                                                     Bir Kız Varmış, Pelin Temur

            Bir yandan kadim bir masal aksa, bir yandan da bugünün girdabında bir kadının öyküsü sürse, nasıl bir kitap çıkardı ortaya? Gioconda Belli bu soruya, bahçesindeki portakal ağacının içinde öyküsüyle yaşayan bir kadınla beraber, tarihin ezeli tekerrürünün gölgesinde paralel ilerleyen iki anlatıyı da sahiplenerek yanıt veriyor. Portakal Ağacında Oturan Kadın, içine doğduğu sistemin aslında ne olduğuna gözlerini usul usul açan, bir devrim fikri ve idealiyle tanışan, elbette bu süreçte sık sık da gözleri kamaşan mimar bir kadının yolculuğuna okuyucuyu ortak ediyor. Bir kadının var olan bir mücadeleye katılmak için bile vermek zorunda olduğu mücadeleyi de çekincesiz bir açık sözlülükle anlatan bu kurmaca, coğrafyaların, sınıfların ve cinsiyetlerin dayattığı kaderlere boyun eğmemenin de mümkün olduğunu sürükleyici bir biçimde anlatıyor. Bir de üstüne yarı otobiyografik özellikler taşıdığı akılda tutularak okunursa aşka sahip çıkmaktan utanmayan bir devrimcinin, aşka olan gereksinimlerini inkâr edenlerle sürdürdüğü mücadelede kendinden bir şey bulmamak neredeyse imkânsız hale geliyor. Yazar bunun için gerekli olan tüm kapıların anahtarlarını büyük bir açıklıkla okuyucuların ellerine teslim ediyor.

“Kadınlar tek başına çalışmayı, tek başına savaşmayı, tek başına ölmeyi beceremeyen erkeklerin ancak onlara gereksinimleri olunca tarihe geçerlerdi. Her ne kadar bunu ölürken kavrasalar da sonuç olarak kadınlara gereksinimleri vardı işte.”

                                                                    Portakal Ağacında Oturan Kadın, Gioconda Belli

            Güney Amerika civarında dolaşırken bu yazıyı oradan alıp Türkçe edebiyata yeniden taşıyacak bir bağlantıya rastlamak ne tuhaf, değil mi? Günay Amerika yerlilerinin avlarını felç etmek, hareketsiz hale getirmek için kullandıkları bir bitki var, adı kürar. Melike Uzun, bu mecburi hareketsizlik içinde sürüp giden karmaşayı alıp, açık açık, rahatsız edici hikâyelerini topladığı kitabının adı yapmış. Hikâyeler birçok açıdan zor, evet, ancak onları zorlaştıran yazarın dili ya da üslubu değil, tam aksine dil de üslup da oldukça akıcı. Ancak yazıda bahsi geçen diğer birçok kitap için de geçerli olan “yüzleştirme” temasının cüreti bu hikâyelerde korkutucu bir biçimde bütün çıplaklığıyla ortada. Başkalarının çıkmazlarının başkalarında kalmasının, bize dokunmayan yılanların bin yaşamasının vereceği vaat edilen keyfin sahteliğini kazıp çıkarıyor yazar ve bu aldatmacanın gölgesini boydan boya yürüdüğünü fark edip rotasını değiştirdiğinde, önünde daha zahmetli bir yolun olacağını da hiç çekinmeden okuyucuya gösteriyor. Kürar, tamamlayıcı bir biçimde “Zehir” ve “Zemberek” adlı iki bölümden oluşuyor. Zehrin inkârı ve zembereğin tıkırtısı bu yazıda bahsi geçen diğer kitapların yaptığı gibi sadece suratı değil, suratı yontan zamanı da gösteren acımasız bir ayna bırakıyor okuyucuya. Varlığını unuttukça dönüp bakılası bir ayna.

“Oyun bilmezdik biz. Yaşadıklarımızı önce oyun bellesek de bunun hayattan daha ağır olduğunu fark eder, büyüyüverirdik.”

                                                                                                                    Kürar, Melike Uzun

            Bu duraktan yine yakın bir coğrafyaya, Meksika’ya çevirdiğimizde bakışlarımızı, orada da kadın olmanın hikâyesini anlatmanın öyle kolay olmadığını hemen görebiliriz. Yeni açıklanan verilere göre yüksek cinayet oranlarıyla uyuşturucu kartelleri ve polis şiddeti arasındaki daracık alanda yaşam mücadelesi veren insanlarla dolu bir ülke olan Meksika’dan bir de orada doğmuş bir kız çocuğu olmaya dair oldukça çarpıcı bir roman çıkarmış Jennifer Clement. Kadınlar Ormanı adlı bu kitapta erkekleri tarafından çoktan terk edilmiş kadınların ve kızlarının yaşadığı yılanlarla, akreplerle, bukalemunlarla ve karıncalarla dolu bir ormanda, aslında birbirlerinin alanlarına çok da bulaşmadan, neredeyse iş birliği içinde, insanların üzerine çöreklenen devletin ve kartellerin sürekli tehdidi altında yaşamın nasıl olabileceğine dair bir tablo çiziliyor. Akıl almaz yoksunluklar içinde bile bir genç kızın yetişirken içine düştüğü bütün ikilemlerin, kalbi kırık bir annenin bıraktığı hasarın, basit kıskançlıkların ve kadınlar için çoğunlukla oldukça silik olan dostluk ve kardeşlik arasındaki belirsiz çizginin, sancıları harflerden sızan bir dille, gerçek olmamasını umacağınız ama gerçek olduğundan emin olacağınız bir biçimde yazıya döküldüğü bir kitap bu. Birçoğumuzun tarifsiz bir utançla hatırladığı ve genellikle anmaktan kaçındığımız ergenlik yıllarının, içimizde var olduğunu ve zaman zaman yokladığını bildiğimiz erkekliğin, hatta vazgeçmişlerin memleketinin mahremiyetinin ihlalinin bile anlatılabilir olduğu bir kez daha bir kadın kalem tarafından böylelikle mümkün kılınıyor.

“Bir erkek tarafından ihanete uğramış bütün kadınlara düşkündü annem. Bu, özel bir nefret türü, bir tür ıstırap kardeşliğiydi.”

                                                                                          Kadınlar Ormanı, Jennifer Clement

            Istırap kardeşliğine dair oldukça iddialı bir kitap da Karin Karakaşlı tarafından kaleme alınmış. “Müsait Bir Yerde İnebilir Miyim?” adıyla çıkan bu kitap belki de ne duymak ne de hatırlamak hiç istemediğimiz başka anılara, aşkın, ayrılığın ardından etrafımızda süzülmeye devam eden soluk hayaletine, umutların halen eskiden yerleştikleri yerdeki izlerinin sızlayan gerçekliğine çoğunlukla bir günlük formatında bakıyor. Hatırladıklarının tüm acılarına rağmen hakikati olduğunu, bu ıstırabın, sevginin, ayrılığın ve geride bıraktığı yalnızlığın kitabın uzunca bir kısmında günlük olarak bir dantel gibi işlendiğini görüyoruz sayfalarda. Genelde öyküleriyle tanınan, ancak öykülerinde olduğu gibi bu ilk romanında da kendinden bir parça bulacak insanlara, bulacakları parçalardan hoşlanmasalar bile, yalnız olmadıklarını söylemeyi göze alan bir kadının kalemi karşımızda duruyor. Çünkü kendisi de beslenmiş kitap boyunca başkalarından, sık sık karşımıza tanıdık dizeler, kısa alıntılar çıkıyor. Sıcaklığı tatmış bir kalbin, soğurken çektiği o acıya tanıklık ediyor, yaşamın o hareketli filizlerinin izlerini sadece başkalarında görebilen kendindeki yaşamı aramaktan vazgeçmiş bir kadının yer yer özeleştirel, bazen de artık bu zamanın normali haline gelmiş duyarsızlarda suç bulan diline kulak verme şansı elde ediyoruz. Dürüst, cesur ve sahici bir roman bu. İstesek de istemesek de öyle.

“Bir de ben öyle isteklerini ifade etmekte başarılı bir şahsiyet sayılmam. Hele de bir şeyin benim özellikle belirtmem gereken kişisel bir istek değil, zaten en doğalından yaşanması gereken bir gerçek olduğunu düşünüyorsam. Sen birlikte gitmemizi düşünmemişken ben bunu istesem ne fark edecekti? Ve sen gittiğinde benim geride kalmış olacağımı anlamamışsan, ne devam edecekti?”

                                                                   Müsait Bir Yerde İnebilir Miyim, Karin Karakaşlı

            Artık ağır ağır yazının sonuna doğru geliyoruz. Bitirmeden evvel bahsetmek istediğim son bir kadın daha var: Melisa Kesmez. Nohut Oda ve Bazen Bahar adlı iki öykü kitabını okuyabildim henüz, ancak ikisinde de öyle tanıdık duygular, öyle ortak geçmişlerle karşılaştım ki arada bir kitabı kapatıp kapağına bakmak, “Acaba beni bilip de mi yazmış?” demek geldi içimden. Melisa Kesmez de birçok açıdan çok cesur bir kalem. Örneğin, çocukluk kırgınlıklarından da kardeşler arasındaki sevgi ve anlaşmazlıktan, yakınlık ve mesafeden de, akla getirmekten bile korkulan yakın kayıplarından da, yılbaşı sofrasında muz olmasının getirdiği gizli zenginlik duygusundan duyulan hoşnutluktan da büyük bir açık yüreklilikle bahsetmeyi başarmış. Öykülerinin hepsi çok sıcak çünkü yaşantılarıyla barışık biri tarafından anıların bıraktığı duyguların unutulmadan yazıldığını anlatıyor size. Ağır anneanne yorganlarının altında geçirdiğiniz zamanlardaki o bildik, güvenli hisler sızıyor sayfalardan. Bütün kitapları için benzer bir sıfat kullanılabilir sanırım çünkü hepsi seni beni tanıyor gibi, yani samimi. Dilini de üslubunu da korkusuzca kendi dünyasından kurmuş bir kadının kurmacalarında onun yanında yürüdüğünüzü anlıyorsunuz.

“Duvar devlet grisine boyanmıştı. Boyanın kalınlığından tek kat atılmadığı belliydi. Birileri habire yazmış, birileri habire griyi vurmuştu duvara. Duvar bilmeden birilerinin yazılmamış tarihinin kaydını tutmuştu belli ki. Can acısının yok edilemeyen izleriyle doluydu şehrin duvarları.”

                                                                                                     Bazen Bahar, Melisa Kesmez

            Bu yazıya konu olabilecek belki bir sürü kitap daha vardır. Belki de kadın yazınının asıl ortaklığı dürüstçe içlerine bakmaktan, orada gördüklerini sahiplenebilmekten, duygularından utanmamaktan korkmamaktır. Hepsini görmüş değilim elbette ama başta da dediğim gibi kadın yazını hakkında kapsamlı bir araştırma falan değil bu, maalesef. Sadece son zamanlarda yolumun kesiştiği kitaplarda beni çeken, çağıran, tanıdık gelen bir şeyler var gibi geldi. Bu kadınlar dürüst, içten, bu boyalı dünyada kendilerini kazıyıp ta içlerine bakabilecek kadar yürekliler. Duygularını tanıyor, adlandırıyor, yetmezmiş gibi benzer anları tutup çekiyor, hayatın etrafımızda ördüğü ağlardaki desenin örneğini çıkarıyor ve sahipleniyorlar. Öğreniyorlar, öğrendiklerini ve öğreneceklerini biliyorlar, öğrendiklerini paylaşıyorlar. Umarım bir gün şu ya da bu nedenle kendisiyle arası açılmış tüm kadınlarla yolları kesişir bu sayfaların. Çünkü yan yana geldiğimiz zamanlarda hep bir kez daha görüyoruz: “Cesaret bulaşıcıdır.”

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz