“Tarihin” hiç bugünkü kadar popüler ve makbul görülmediği düşünülecek olursa, “tarihten hazzetmediğimi” ifşa etmem takdir gerektirir sanırım. Baştan belirteyim; bu yazı, tarih gibi akıp giden başka ırmaklardan beslenmeyi seçen biri tarafından kaleme alındı. Yaşananları, büyük dönüşümleri, devrimleri, küçük detayları ayrıntıları akılda  tutmanın bir yolu olmalı oysa…

 

Tarih, yalnızca tarihçilerden öğrenilmeyecek kadar eğilip bükülmeye, yeniden yeniden yazılmaya müsait bir saha olduğundan, hiç olmazsa dedim, severek okuyacağım bir damardan besleneyim: Edebiyattan!

 

1812 Savaşı’nı Tolstoy’un Savaş ve Barış’ından okumanın saadetine, 1905 Devrimi’ni Mstislavski’nin “Devrim Yılları”ndan[1], 1923’teki ayaklanmayı Larissa Leisner’in Hamburg Barikatları’ndan[2] okumanın keyfine vardım bir defa…

 

Yalnızca edebiyat mı? Edebiyat şahsen en keyifli rota, tarihin izini sürmek için fakat sinema, tiyatro, resim, müzik, heykel… pek çok eseri, aslında “tarih olmuş” yaşantılar yaratmıştır. Yıllar ilerledikçe göze çapaklar, ayağa dikenler batıyor tabii. Çok sevdiğiniz kompozitörün Hitler’e yakınlığı, ressamın aslında nefretten ibaret olduğu, yazarın sizin benimsediğiniz/seçtiğiniz ideolojiye bir bıçak kesiği açabilmek için kitap yazdığı…

Burada imdada yetişen bir Walter Benjamin var:

 

“Şurası önemliydi, burası önemsizdi demeden geçmişi bize anlatan bir tarih tutanakçısının (vakanüvis) bu işi yaparken uydurduğu hakikat şudur: Bir kez olmuş olan bir şey, tarih için yitik bir şey sayılamaz artık. Ama hiç kuşku yok, yalnız ve yalnız, yoksunlaştırmanın kefaretini elde edebilmiş bir insanlık geçmişinin hak ettirdiklerini sahiplenebilir, onlara kavuşabilir; yani, ancak ve ancak, kefaretine kavuşabilmiş bir insanlık için mümkündür, her ânı zikre değer geçmişe sahip olmuş olabilmek. Ancak böylesi bir insanlık içindir yaşanmış olan her ânın gelecek güne eriştirici bir iktibas olabilme olanağı-ki bu söz konusu gelecek gün, Yargı Günü’dür.”[3]

 

 

Artık bir başımıza olduğumuz çağ gelmiştir. Kendi karalarımızı aldığımız, gözümüzün gördüğüne inandığımız, inandığımız uğruna tercihler yaptığımız çağ. Hollywood artık yutturamaz mesela Hayat Güzeldir’i keyifle izlerken, filmin sonunda Amerikan bayraklı tanklar sayesinde Avrupa’nın faşizmden kurtarıldığını. Dünyayı faşizm belasından kurtaranın kimler olduğu, bellidir. Bir tiyatro oyununda anlatılan, anlatılmak istenen nedir, izleyici bilerek, ayırt ederek gider. Resmi böyle okur, müziği böyle dinler: Bağlamından muaf tutmadan.

Leningrad kuşatması yüz binleri seferber etmişti

 

Tarih yazımının yavan dilini bozguna uğratacak olaylar da yaşandı şükür ki. Ayaklanmalar, makine kırıcılar, öyle değil mi, devrimler, ulusal mücadeleler… Saymakla bitmez. İşte bunlardan biri, düşmanına en alışılmadık, beklenmedik şekilde “saldıran” Sovyet ordusunun zaferiydi: Leningrad zaferi.

 

Hitler ordusu Leningrad’ı kuşattığında bu kadar uzun, 900 gün sürecek bir direnişle karşılaşacaklarını öngörmemişti Alman generaller. Tüm kara bağlantılarını, son olarak da biricik ikmal hattı olan Ladoga Gölü’nü Almanlar ele geçirdiğinde, Leningrad halkı için son derece ağır bir kuşatma başlamıştı. Yiyecek depoları bombalanıyor, sulara zehir karıştırılıyordu Alman askerleri tarafından. Buna rağmen Sovyet direnişi kesintisiz sürüyor, Sovyet halkı -30’ları bulan soğuğa rağmen ısınmak için tek bir ağaç kesmiyor, açlık yüzünden deri kayışları kaynatıp çorba yapmak gibi çarelere başvuruluyordu. Yazıyı hamasetten uzak tutmak için son bir cümle kuralım: Leningrad kuşatması, genç Sovyetler’de doğmuş herkesi seferber etmişti. Herkesi. İşçi, doktor, ressam, müzisten, rençber, herkesi.

 

Sanat, çünkü, tatlı zamanların, mutluluk dolu anların ürettiği bir değer değildir sadece. Kuşatma döneminde 35 yaşındaki ünlü besteci Şostakoviç’i de  harekete geçiren saik, budur. Şostakoviç, Sovyet yönetimiyle zaman zaman gerilimler yaşamıştır. 1936’da sosyalist gerçekçilikten uzak eserler verdiği eleştirisine 5. Senfoni’yle karşılık verir örneğin. Sosyalist avangart sanat bir sonuç değil süreç olduğuna göre, zaman zaman sendelemesi kaçınılmazdır. Posta idaresinin düzgün çalışıp çalışmadığını tetkik için kendisine mektuplar yazıp gönderdiği bilinir kompozitörün. Buradan, takıntılı bir adam değil, inançlı bir sosyalist olduğu sonucu çıkar. Dünyayı ve insanları hepimizden daha iyi anlayan Şostakoviç, bütün bu gerilimlere rağmen 20. yüzyılın en büyük bestecilerinden biri, belki de başlıcasıdır.

Şostakoviç, Meyerhold, Mayakovski, Rodçenko

Kuşatmaya karşı yüz binlerce Sovyet yurttaşı katıldı savunmaya. Şostakoviç şehri terk etmesi istendiğinde bunu asla kabul etmeyeceğini belirtmiş, tüm ısrarlarına rağmen Kızıl Ordu’ya alınmayınca itfaiyeci olarak siperlerde yer aldı. Doğup büyüdüğü şehri, Leningrad’ı savunmak için üzerine düşen her görevi yerine getiren ünlü besteci, dinlenmek için oturduğu anlarda notlar alıyor, epik destanının gövdesini oluşturuyordu.

 

Klasik müzikte senfoniler isimlerle değil, rakamlarla anılır fakat Şostakoviç 7. Senfonisi’ne “Leningrad Senfonisi” ismini vermiştir. Sovyetler’in en çetin tarihine tanıklık ederken, “Benim senfonilerimin çoğu mezar taşlarıdır. İnsanlarımızın pek çoğu ölüp gitmiş, yakınlarının bile bilmediği yerlere gömülmüşlerdir. (…) Kurbanların her biri için bir beste yapmak istiyorum ama bu olanaksız. O yüzdendir ki, müziğimi onların tümüne ithaf ediyorum” der Şostakoviç.

 

Siperlerde, bomba çukurlarında yazılan senfoni için açlıktan ölmek üzere olan Leningrad Radyo Senfoni Orkestrası üyeleri bir araya getirilir, ama binbir güçlükle. Hatta provalar sürerken bir kısmı hayatını kaybetmiştir. Her gün binlerce insanın soğuktan ve açlıktan hayatını kaybettiği şehirde müzisyenler müzik aletlerini çalmakta güçlük çekiyordur. Bestecinin en büyük arzusu eseri ilk olarak Leningradlıların dinlemesidir.

 

Konserin broşürü

Şostakoviç, eseri hakkında şunları söylüyor:

 

“İlk bölüm, savaşın kötü gücünün barışçıl, eşsiz yaşamımızı nasıl kesintiye uğrattığını anlatır. Halkımızın mutlu yaşamını, kendilerine ve geleceklerine duydukları güveni; savaş öncesinde binlerce Leningradlının, gerçekte ülkemizdeki bütün insanların sürdükleri yaşamı… (…) İkinci bölüm, güzel, mutlu olayların bir araya getirildiği lirik bir scherzo’dur. Bunun altını çizen bir hüzün ve dalgınlık izi vardır. Üçüncü bölüm duygusal bir adagio’dur. Yaşam sevinci ve doğaya karşı duyulan hayranlık, dördüncü bölüme kesintisiz bir geçişle bağlanan bu bölüm boyunca akan ana temalardır. Birinci ve dördüncü bölümler, kompozisyondaki en önemli bölümlerdir. Birinci bölüm bir kavgadır, dördüncü bölüm ise yaklaşan zafer. Kısa bir girişle açılır, bunu heyecan verici ilk temanın sergilenmesi izler. İkinci tema, mizaç açısından muzafferane olup bütün bir kompozisyonun dönüm noktasıdır. Bu dönem noktası, sakin ve güvenli bir şekilde gelişir ve finalin büyük, neşeli sesinde zirveye ulaşır.”[4]

 

 

Beklenmedik psikolojik darbe faşist orduyu dağıttı

 

27 Aralık’ta rötuşlarını tamamladığı eserinin ilk çalınışı, 5 Mart 1942’de Bolşoy Orkestrası tarafından yapıldı. Yaklaşık 1 ay sonra Moskova prömiyerine, Radyo Orkestrası’nın üyeleri de katıldı. Temmuz 1942’de şef Yevgeni Mravinski yönetiminde yapılan prova, Lev A. Rossov tarafından resmedilerek ölümsüzleştirilmiştir. Şostakoviç, en beğendiği icranın bu olduğunu belirtir.

9 Ağustos 1942’de radyodan yayımlanacak konserin duyurusu yapılıyor.

9 Ağustos 1942 günü, Hitler’in kenti alacağını ilan ettiği o gün yani, düşmanı en görkemli silahla vurmaya gelmişti sıra. Beklenmedik, alışılmadık, tarihe geçecek kadar görkemli! Hatırlatalım, düşman cephesinin propaganda bakanı Göbbels! Nazilerin vurgun yediği bir saha da bu oldu.

 

O gün, 9 Ağustos 1942’de, kenti bir yıldır kuşatan ve ağır top ateşinde tutan Almanların müdahalesinin önüne geçmek ve sessizlik sağlamak için Sovyet yaylım ateşi başladı. Cephedeki Sovyet askerleri de yayınlanacak konseri radyodan dinlemeleri konusunda bilgilendirilmişti.

 

Konser, şef Karl Eliasberg’in önceden kaydedilmiş şu anonsuyla başladı:

 

Yoldaşlar! Şehrimizin kültüründe yer alacak büyük bir olay gerçekleşmek üzeredir. Birkaç dakika içinde, harikulade vatandaşımız Dmitri Şostakoviç’in Yedinci Senfoni’sini duyacaksınız. Kendisi bu müthiş besteyi düşman Leningrad’a delicesine saldırdığı esnada yapmıştır. Faşist domuzların bütün Avrupa’yı bombaladığı ve Avrupa’nın da Leningrad’ın sonunun geldiğini düşündüğü esnada. Ama bu performans ruhumuzun, cesaretimizin ve savaşa hazır olduğumuzun şahididir. Dinleyiniz yoldaşlar!”[5]

 

Devasa hoparlörlerden şehre yayılan Do Majör gibi güçlü bir tonda bestelenen senfoni, dünya tarihine geçecek bir taktik olarak düşmanı alt edecek, Sovyetler’e moral üstünlük sağlayacaktı. Yorgunluk ve açlıktan bayılan müzisyenlere halk bağırarak destek olmuş, senfoni gözyaşları ve alkışlarla sona ermişti.

 

Tüm Sovyet halklarına direnme gücü veren bu olay, faşizme karşı başlatılan büyük direnişin de hareket noktasını oluşturur. Kuşatma bir yıl kadar daha sürse de, Sovyetler önce psikolojik açıdan çökerttikleri Alman ordusunu yenecek, ülkelerini kara postallardan koruyacaktır.

 

Bu görkemli direnişin bizlere verdiği sayısız dersten biri, inanarak mücadele edildiğinde yenilmez sanılan her şeyin, ama her şeyin unufak olabileceği. Leningrad direnişi, Stalingrad direnişini tetiklemiş, faşizme karşı direnen halkların yol haritası olmuştur. Bugün de aynı düsturla mücadele edenler, gücünü geleceğe, zafere olan inançlarından alıyor.

 

 

 

[1] Devrim Yılları, Sergey Mstislavski, Ceylan Yayınları, 2018

[2] Hamburg Barikatları, Larissa Leissner, Evrensel Basım Yayın, 2007

[3] Walter Benjamin, Estetize Edilmiş Yaşam/Sanattan Savaş ve Siyasete Alman Faşizminin Kuramları, çev. Ünsal Oskay, İnkılâp Kitabevi, 2015

[4] Sovyet Sanatı Gazetesi, 9 Ekim 1941, kaynak: Fırat Sözeri

[5] Kaynak: vesaire.org

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz