Çocuğum daha, küçücük bir kasabada dünyayla tek iletişimim TRT Radyo 3. Radyo tiyatroları, sesli kitaplar, canlı maç yayınları, spesifik programlar da güzel tabii, ama TRT Radyo 3’ün yeri başka. İngilizce, Fransızca, Almanca haberlerin ardından ilk çıkacak şarkıdan dilek tutmalar gibi, duyup da sevdiğin bir şarkıyı spiker tekrar söylesin de not edebil gibi çocukluğa özgü pek çok şirin anı, anlatılmayı bekler durur. O günlerin radyolarında o kadar düzgün konuşuyor ki spikerler, çaldıkları şarkıların telaffuzunu değil yalnızca, gramerini bile sorunsuz anlamak mümkün. Google’ın falan olmadığı bir çağdan bahsediyorum, dikkat isterim, şarkıları not etmek ve unutmamaktan başka yapılacak bir şey, aslında yok. Tabii bütün bu öğrenme/bilme edimlerinin karakterinize, seçimlerinize ve dolayısıyla geleceğinize tesiri çok büyük. Günlerden bir gün, anonsuna dikkat etmediğim bir şarkı duydum! Alışıldık incelikte bir kadın sesi değil, çok farklı. Kadın sesi fakat bariton derinliğine de sahip, farklı bir ses. Şarkı da çok ritmik ve sürükleyici. Şarkının adını anlayamadım, dediğim gibi, Google size “Bunu mu demek istediniz?” diye sormuyor o çağlarda. Şarkıcının ismi tamam: Nina Simone!

Öyle de… Bekle ki bir daha çıksın, hakkında bir şeyler daha duyabil. Fakat zaman da elverişli o çağlarda tabii, duyduğun hiçbir şeyin sağlamasına gerek olmadan mıh gibi işliyorsun hafızana. Nina ile ilgili dinlediklerim, hafızama değil kalbime de işledi. Tanıdıkça şarkıları kadar kendisini de çok sevdim.

7 yaşındayken, annesinin (beyaz, elbette beyaz) patronu ve bir piyano hocası, o zamanki adıyla Eunice’i kilise korosunda dinlemeye gelir ve o günden itibaren 5 yıl boyunca klasik piyano eğitimi almaya başlar. Son derece disiplinle, günde 7-8 saat çalışarak, akranlarıyla arkadaşlık edecek vakit dahi bulamadan, piyano çalar. Siyah çocuklar, beyaz çocuklar onunla sadece dans etmek için bir şeyler çalmasını isteyecekleri zaman iletişim kurarlar.

Liseden sonra, Philadelphia’daki Curtis Müzik Okulu’na başvurur. Çok iyi çalıyordur, kabul edileceğinden emindir. Nina o günleri, “Siyah olduğum için reddedildiğimi anlamam 6 ay sürdü” diye anlatır. Bu sürede parası biter, çalışması gerekiyordur. Piyano çalarak iş bulduğu barda patronu şarkı da söylemezse kapının önüne koymakla tehdit edince şarkı söylemeye başlar ve ölene kadar şarkı söyler! Küçük anlamına gelen Nina ve çok sevdiği oyuncu Simone Signoret’ten derlediği yeni bir ismi vardır artık: Nina Simone!

1961’de New York’ta ahlak polisiyken mesleğinin bırakıp Nina’yla evlenen Andy, menajeri olmuştur. Konserler, sözleşmeler, davetler her şeyi Andy düzenler. Ne yiyeceğine, kiminle görüşeceğine, ne söyleyeceğine kadar. Nina, çemberin daraldığını hissetmekte, bununla mücadele de etmektedir, ama hep bir aşamadan sonra geri çekilmektedir. Şiddete uğradığında bile!

15 Eylül 1963’te Birleşik Devletler tarihinde “bir dönüşüme yol açan” katliamlardan biri yaşanır. Birmingham’daki kilisede, 4 küçük siyah kız çocuğu ölür, 20 siyah yaralanır. Bölgede siyahların yaşadığı yerlere yönelik süregelen onlarca bombalı saldırıdan biridir. Nina’nın“Önce depresyona girdim, sonra deliye döndüm” diye andığı günlerdir.

Mississippi Goddam, bu katliam sonrası yazılmış bir şarkıdır:

Alabama beni çok üzdü

Tennessee huzurumu bozdu

Herkes Mississippi’de olanları biliyor

Lanet olsun!

Görmüyor musun her şey ortada!

Bu baskıya dayanamayacağım.

Dua okusun biri! Dua okusun!

Siyahların sorunlarını, onun bulunduğu yerden böyle net, dolaysız dile getirmesi müthiş bir coşku yaratır. Siyah hakları için bir aktivist olarak en öndedir artık. Kendisi de bir siyah olan Andy’e rağmen! Rağmen diyorum çünkü Andy, yalnızca işini düşünür. Paranın devamlılığını. Çünkü Nina’nın şarkıları artık radyoda çalınmamakta, 45’likleri radyo istasyonlarından ikiye bölünerek iade edilmektedir.

“Siyah bir aile olarak fakirliği dert etmedik, hakkımız olanı gasp etmelerine ses etmedik, itiraz edip yapamayacağım diyen öldürülürdü. Bütün bunlardan hiç bahsetmedik”diyen Nina, Mississippi Goddam’dan sonra “Siyah bedenler Güney’in esintisiyle sallanıyor”dediği şarkılar yazar.

Aktivistlik Nina için yeni bir durum değildir. Ayrımcılığa uğradığı ilk anda verdiği tepki, geleceğin göstergesidir aslında. 8 yaşında, kilisede verdiği ilk konserde anne babasını en arkada oturtmak zorunda olduğunu söyleyen görevlilere ailesi en önde oturmazsa konser vermeyeceğini söyler ve hepsini en önde oturtur!

“Çağımı yansıtmayı seçtim” der Nina, “Hayatımızın bu en kritik noktasında her şey çok umutsuzken ve her gün hayatta kalma meselesiyken, zamanı yansıtmayı seçtim. Bu bir görev sayılır çünkü. Nasıl olur da sanatçı olup zamanı yansıtmazsın! Ya biz bu ülkeyi şekillendirip dönüştüreceğiz ya da hiçbir zaman şekillenip dönüşmeyecek.”

Martin Luther King’le komşudur artık, önde gelen şairleri yazarlar, aktivistlerle günleri geceleri geçiyordur. Bu isimler gibi bir entelektüel donanımı henüz yoktur fakat zaman içinde başka bir dalga boyunda birleşirler. Siyah hareketin eşgüdümlü olarak yükseldiği düşünüldüğünde, Nina’nın bir müzisyen olarak maruz kaldığı basınç da daha net görülebilir. Konser vermesi engellenir, albüm yapmasının önünde bir engel yoktur ama kitlelere ulaşmasının önüne yığınla engel konur:“O zamanlar bu hareketin bir parçası olmak eğlenceliydi, çünkü bana ihtiyaçları vardı. Şarkı söyleyerek insanlara yardım ediyordum ve bu, hayatımın dayanak noktası olmuştu. Ne klasik, ne piyano, ne pop müzik… Sivil haklar müziği dışında hiçbir şey yapmak istemiyordum.”

Çok politik bulunduğu için konser teklifi yapılmıyordur, organizasyonlara çağrılmıyordur. Bir gün Malcom X’in karşısına dikilip “şiddete karşı olmadığını”haykırır. Evet, haykırır. “Silahlanmalıyız!” der. Biraz erkenci bir çağrıdır, zamansız. Kabul ettiremez. Halbuki… Neyse…

“Amerikan toplumu hastaydı. Bana kalırsa, tedaviden önce bu hastalığı teşhis etmek gerekiyordu. Ben tedavi edemezdim, ama teşhis için de bir şey yapamazdım” diyor Nina, o günler için.

İşler iyice sarpa sarmıştır. İflasın eşiğine gelmişlerdir fakat bunu Andy’nin dışında umursayan yoktur. Andy’den ayrılır, Afrika’ya yerleşir, birkaç yıl orada kalır. Uzun sürmüş bir tatil gibi… Hayatının bundan sonrası savruluşlarla geçiyor. Avrupa’da birkaç ülkede yaşar, psikolojik tedavi görür. Yeni şarkılar yapar yıllar sonra. Ve onca aradan sonra İsviçre’de verdiği konserde gördüğü ilgi, onun için de tüm müzik dünyası için de şaşırtıcıdır. İnsanların duymaya alıştığı gibi değil çok daha derinden söyleyen Nina, çok özlenmiştir!

My Baby Just Cares for me, onu eski günlerdeki kadar yükseğe taşır. Işıltılı geçer son günleri. Biz sevenleri, onun adına mutluluk duymaktan başka ne hissedebiliriz? Fakat şu sözlerini, kalbimizin en derinine kazıdık, hiçbir şeycik silemez:

“Bildiğimi okumasaydım katil olurdum. Elimde olan tek şey ise müzikti. İçimden geleni yaptım! Yapmasaydım, şu an ölmüştüm.”

*Eunice Waymar