Düzmece bir yargılamayla ölüme gönderilen Paramaz ve arkadaşlarının hikâyesi
“BİZİM VATANIMIZ BÜTÜN DÜNYADIR”
Dergimizin bu sayısında dergimiz editörlerinden Ahmet Uçar’ın RED belgesel filmi yapımcı ve yönetmeni Kadir Akın ile yaptığı röportaja yer verdik.
Film bizi bir tarih yolculuğuna çıkarıyor, gerçekle utanç arasında bir sorgulama seansına başlıyor adeta ilerleyen dakikalarda ilk kez karşılaşacağımız kimi bilgilerle seyri daha da bir meraklı kılıyor. “Mustafa Suphiler Türkiye’de Sosyalist Aydınlanmayı başlattı” demek doğru mudur? Var olan Ermeni aydın ve yazarlarda tarih aktarımı hakkında bir öfke ve kırgınlık mı var?
RED belgeseli, esasen sosyalist hareketin bu topraklardaki köklerini anlatıyor. Bu anlatımı da, Beyazıt’ta 15 Haziran 1915’te 19 yoldaşıyla idam edilen Paramaz’ın (Madteos Sarkisyan) trajik ama dik duruşu üzerinden yapıyor. En başta söylemeliyim; Türkiye sosyalist hareketi tarih okumasını sevmiyor. Bu durum ise hafıza ve belleğin zayıflamasına ve teorinin belli sınırlar içerisinde kalmasına neden oluyor. Eğer siyasi tarih bilinci gelişkin değilse, sizden önce aynı yoldan geçenlerin karşılaştığı zorlukları ve o zorluklar karşısında hangi yol ve yöntemleri tercih ettiklerini bilemez; tecrübesizlik içinde deneme yanılma ile yol almaya çalışırsınız. Hâlbuki şüpheci olmak, sorgulamak Marksistler için vazgeçilmez bir bilimsel ilke. Tarihin sadece size anlatılan hali ile yetinemezsiniz. Türkiye Sosyalist Hareketi kendi kökleriyle ilgili kendisine ne anlatıldıysa bunu doğru kabul etmiş ve kendisini bu eksik tarih anlatımı üzerine inşa etmiştir. 1900’lü yıllardan itibaren, İstanbul’da sınıf perspektifiyle süren bir örgütlenme ve mücadele var. Kuşkusuz etnik kimlik mücadelesi ile yoğrulmuş bir mücadele ama kendilerini sadece Ermeni olmaktan kaynaklanan taleplerle sınırlı tutmuyorlar. Yüzlerce insanın ölümüne sebep olan gösterilerde, yürüyüşlerde ve Sasun’da, Zeytun’daki ayaklanmalarda sosyal ve siyasal talepler dile getiriliyor. Paramaz’ın Van Mahkemesindeki savunması bugün bile aktüel. Dahası Meşrutiyet (1908) ilanı sonrasında yasal olarak iç işleri bakanlığından izin alarak kurulmuş Marksist bir partiden, Sosyal Demokrat Hınçak Partisinden ve onun programından (SDHP) bahsetmeliyiz. 110 yıl önce İstanbul’da kurulmuş bir parti ama biz programının tümünü henüz yeni okuyoruz…
Dolayısıyla 1920’de Karadeniz’in kuytuluklarında boğularak katledilen Türkiye Komünist Partisi (TKP) kurucuları Mustafa Suphi ve arkadaşları ile tarihi başlatmak doğru olmaz. Üstüne üstlük bu topraklarda sosyalizm uğruna mücadele ederek bu uğurda canlarını feda etmişlere vefasızlık etmiş oluruz. Sosyalist hareket çarpık bir antiemperyalizm anlayışı üzerinden “Biz ulusal kurtuluş savaşı verirken, onlar emperyalistlerle işbirliği yaptılar” tezine sahip çıkmış ve bu tez üzerinden Ermenilere yapılan zulmü ve dolayısıyla onların sosyalist parti ve mücadelelerini görmezden gelmiş ve yıllarca da bu tutumunu sürdürmüş. Ancak Dr Hikmet Kıvılcım’lı ve İbrahim Kaypakkaya’da değişik tarihsel momentlerde yer yer farklı tutumlar var. Kemalizmden kopuş, enternasyonalizme ulaşmanın kapılarını açıyor kuşkusuz…
Türkiye’deki Ermeni toplumundan; soykırım ve onca acı sonrası komünist Paramazları hatırlarında tutmalarını bekleyemeyiz. Buradaki temel problem Türkiyeli sosyalistlerde. Ben bu belgesel ve buna temel teşkil eden kitap çalışmasıyla sosyalistlere, bu topraklarda Ermenilere, Rumlara, Pontus ve Süryanilere ne yapıldığını anlatmaya çalıştım. Ermeni aydınlarının ise esas olarak soykırımı kabul ettirme ve anlatma gibi bir temel dertleri var. Türkiyeli sosyalistlerin, demokratların bu konudaki tutukluğu elbette ki onları rahatsız ediyordur. Liberallerden çok önce sosyalistler bu konuda zihin açıklığı içinde olmalıydı.
Ortadoğu’da yaşanan katliamlar hala devam etmekte, emperyalistler eliyle daha da büyük vahşetler yaşanmakta, dönemin kızıl sultanlarının takipçileri bugün de bu vahşete ortak oluyorlar, çok benzer politik bir atmosfer çizdi film bize, dünün Türkiyesi (ekonomik, politik nedenlerle Ermeni ve diğer halkları katletti, bugün bu katliam başka halklar üzerinde gerçekleşiyor) ile bugün arasında çok da bir fark olmadığını görüyoruz, ezilenlerin kaderi mi bu sizce?
Belgesele temel teşkil eden kitap çalışması sırasında çeviriler ve o tarihsel kesite ilişkin bilgiler önüme geldikçe ben de “ bunlar şimdi de ülkemizde ve bölgemizde farklı biçimde ama aynı içerikte yaşanıyor” duygusuna kapıldım. Mevcut iktidar bloğunun, İttihat ve Terakki, Abdülhamit kırması bir politik hattı takip ettiğini bana gösteren o kadar çok örnek var ki… Ama her altüst oluşta, üretici güçlerin endüstriyel gelişme ile birlikte pazarların paylaşımında; enerji kaynaklarının yeniden tanziminde, yeni hegemonya kavgasında benzer kıyımlar yaşanıyor. Üstelik çoktan çözülmesi gereken konular çözülmemiş ve bir sorun yumağı oluşturuyorsa, size “tarih tekerrür ediyor” gibi gelir. Tabii gerçekte böyle olmuyor ama yine de burada sosyalistler için tarih bilinci devreye girmeli. Mesela “devlet aklı” denen, “devlette devamlılık esastır” denen şey, egemenlerin tarihte daha önce karşılaştıkları zorlukları nasıl alt ettiklerini akılda tutan bir perspektife sahip olmalarıdır. Egemenlerin belleği hiçte zayıf değil aslında. Ama kuşkusuz dünyada 100 yıl önceki dünya değil… 1915’in Mayıs ortasında başlayan tehcir ya da Padişah Fermanı, soykırıma dönüşüp 1 Milyon Ermeni’nin göç yollarında katledilmesi, Dünyanın gündemine 6 ay sonra girebildi. Tabii, 1. Paylaşım savaşının o kanlı hesaplaşması bunun üstüne geldi ve konu tamamen arada kaldı. Büyük altüst oluşlar, mazlum halkları eğer örgütlü, kararlı, esnek ve iyi bir taktik içinde değillerse çok kötü vuruyor.

Paramaz ve yoldaşlarının hayatına odaklanılan yerlerde esasen ideolojilerinin de hedef alındığını net bir şekilde görüyoruz, sürgünün bir nedeni de Anadolu’ya özgü bir aydınlanmanın Ermeni Aydınlar eliyle inşa edilebilecek olması mı?
Tabii Paramaz ve arkadaşlarının sahip olduğu ideoloji, partilerinin proğramı, 2. Enternasyonalin yaklaşan savaş tehdidine karşı kendi içindeki bölünmesi(1912 Basel Konferansı) ve fiilen SDHP’nin bu tartışmada taraf olması, onlara daha önce büyük bir operasyon yapılmasına neden olmuş olabilir. Ama Ermeni partileri bütün Ermeniler arasında örgütlü değiller. Daha doğrusu Ermenilerin önemlice bir bölümü “Osmanlıcı” proğramın sadık savunucuları, işinde gücünde, devlet dairesinde çalışıyor, esnaf vb. Taşnaklarla İttihatçıların arası da son ana kadar çok iyi. Öyle ki, 2-14 Ağustos 1914’te Erzurum’da toplanan Taşnakların 8. Kongresinde yoğun tartışmalar sonrasında “vatani görev gereği” Osmanlı ordusunda görev alma kararı veriliyor. İttihatçılar elbette HSDP’nin örgütlenmelerinden, enternasyonal bir yaklaşımla Anadolu federasyonu anlayışından rahatsızlar ama onlar esas itibariyle Anadolu’daki bütün Ermenilerden, gayri Müslümlerden rahatsızlar. Anadolu’yu bir Türk yurdu yapmak istiyorlar. Türklük üzerine geliştirdikleri idealle, Anadolu’da yaşayan herkesi Türk-islam dibeğinde döverek aynılaştırmak istiyorlar. Bunun içinde İki emperyalist kampın hammadde ve yeni sömürgelere ulaşmak için giriştiği emperyalist savaşta Alman emperyalizminin yanında savaşa girerek bu savaş gürültüsü içinde “Ermeni sorununu halletmeyi” planlıyorlar ve bunda başarılı oluyorlar. Balkan savaşındaki ağır yenilgi, Çanakkale savaşı ve Sarıkamış felaketi; 1911 yılında Selanik’te yaptıkları gizli kongrede aldıkları kararı uygulamaya sokmalarına neden oluyor. O da Anadolu’nun gayri Müslimlerden arındırılması; Ermeni, Rum, Pontus, Süryanilerin padişah fermanı ile tehciri…
Banka soygunları daha çok adli vakalarla karşımıza çıkıyordu, ilk kez politik taleplerle yapılan bir banka soygunu var filmimizde ve bu soygun ilginç bir finalle karşımıza çıkıyor, öncesi ve sonrası hakkında bilgi verir misiniz?
1890 yılından sonra İstanbul ve Anadolu’da ciddi bir fedai hareketinin olduğunu görüyoruz. Şehir ve kır fedai hareketi, partilerin örgütlenmesine paralel ilerliyor. 1895 yılında Hınçakların Kumkapı gösterisi, yoksul ve Payitahta çalışmak için gelmiş yüzlerce Ermeni emekçiyi kapsıyor, sayıları 4 bine yaklaşan kalabalık, Ermenilerin yaşadıkları zorluklara dikkat çekmenin yanında birçok sosyal talebi de içeren bir gösteri örgütlüyorlar ama bu masum gösteri kanla bastırılıyor.
1896 yılında İngiliz- Fransız sermayesi ve Osmanlı devleti için önemli bir finans merkezi durumunda bulunan Galata’da ki Osmanlı bankasının basılması ise şehir fedai hareketi bakımından incelenmelidir. Baskıncılar soygun amaçlı olarak bankaya girmiyorlar. Talepleri sosyal ve siyasal taleplerdir. Bu isteklerinin batı basını dahil her yerde yayınlanmasını isterler. Saatler süren çatışmalardan sonra Abdülhamid araya giren Rus ve İngiliz elçileri vasıtasıyla uzlaşmaya yanaşır. Banka baskınını yapan fedailer, Fransız gemisi Gronde ile Marsilya’ya giderler. Yaralı olan 5 fedai ise önce hastaneye kaldırılarak tedavi edilir, sonra Mısır’a nakledilirler. Banka baskıncılarıyla eş zamanlı olarak Samatya’da içinde genç kadın fedailerinde olduğu guruplar karakollara saldırırlar ama tümü öldürülür. Banka baskını sonrası İstanbul’da yaşayan Ermeniler ve Baskıncıların liderlerinden olan Papken Suini’nin memleketi (Erzincan)Eğin’de binlerce Ermeni katledilir. Abdülhamid mecbur kaldığı bu uzlaşmanın acısını katliamla çıkartır. İstanbul’daki katliama katılan Kürt hamal oluşumları, daha çok Ermenilerin elinde olan hamal mesleğinde önemli yer elde ederler. Türkiye’de 68 kuşağı Latin Amerika gerilla hareketlerini mercek altına alır, incelerken ve kendi pratiği için dersler çıkarırken bu topraklarda gelişen fedai hareketlere ise bigane kalmıştır. Bu gözden kaçmamalıdır!
Milliyetçilik çağımızın da hastalıklarından biri, nerdeyse hemen hemen her coğrafyada karşımıza çıkıyor bu hastalık. Ayşe Hür , Erdoğan Aydın, Garo Paylan, Pakrat Estukyan gibi yazar aydınların görüşlerine başvurmuşsunuz, Ayşe Hür’ün iki tarafın da milliyetçi yanlarına dikkat edilmesi gerekli, aktarımı üzerinden nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ulus devletlerin kuruluş sürecinde burjuvazi tarafından parlatılan ve kapitalizm var oldukça var olmaya devam edecek “milliyetçilik” aynı zamanda yeni pazarlar elde etme ve hegemonya kavgasında yine sermaye sınıfı tarafından bir araç olarak da kullanıldı. Komünist Manifesto aynı zamanda milliyetçilik karşıtı bir belgedir. Ama ezen ulusun milliyetçiliği ile ezilen ulusun milliyetçiliği arasındaki farkı da en iyi anlayacak olanlarda sosyalistlerdir. Ben her iki Ermeni partisini’de eşitliyerek (Taşnak-Hınçak) milliyetçi olarak değerlendirmiyorum. Hınçakların Marksist olduğunu belirtmiştik. Gerçi her iki partide 2. Enternasyonale üyedir ve proğramları arasında aşılmaz dağlar yoktur ama HSDP’nin güncel politikadaki duruşu, İttihatla kurduğu ilişki, emek sorunlarına yaklaşımı ona özgünlük vermektedir. Hınçakların teorik liderlerinden olan Sabah Gülyan daha 1907 yılında kaleme aldığı “Genç Türkler ne istiyor” kitabında İttihatçıların milliyetçiliğinin ırkçılığa varacağına dikkat çekiyor. 1908 yılında ilan edilen Meşrutiyet sonrası yeniden açılan mecliste Hınçaklar adın meclise giren Adana vekili Hampartsum Boyacıyan (büyük Murad) meclis konuşmasında, “Bizim aramızda ırk, din ve milliyet mücadelesi vardır. Ve biz bunu engelleyemedik. Hâlbuki işçi sendikaları kurulduğunda, işçilerin sınıf kardeşliği duygusu onların arasında yayılacak ve Osmanlılar arasında din ayrımı, bağnazlık ve kavgalar son bulacaktır…Geçen gün Selanik seyahatimde gördüm ki, Türk, Ermeni, Rum, Yahudi, Bulgar ve hatta Kürt işçiler birlikte el ele vererek bir işçi birliği kurmuşlar. Bu birlikte çok çeşitli etnik unsura mensup Osmanlı uyum içinde idi. Fakat hükumet bu birliği lav etti ve faaliyetini yasakladı. Kavala’ da bir benzeri kurulan işçi birliğini de yasaklamış, biz bir yandan çeşitli Osmanlı unsurlarının birliğini istiyoruz bir yandan da onları neden kapatıyoruz” diye konuşurken nasıl da enternasyonalist olduklarını gösteriyordu. Paramaz’ın ise ““Bizim için bir vatan yoktur. Biz sosyal demokratız. Biz sadece Ermenilerin kurtuluşu için çalışmıyoruz, bütün insanlığın kurtuluşu için çalışıyoruz, bizim vatanımız bütün dünyadır” sözleri, esas kendisi milliyetçi olan ulusalcı solculara atılmış tokat gibidir.
Sol içi çatışmayı görüyoruz filmde bugünün bir aynası gibi. Özgürlük ve sosyalizm mücadelesinde yaşamını yitiren devrimci ve sosyalistler filmde adeta bir kahramanlık destanı yazıyorlar, Paramaz ve 20 yoldaşı neden idam edildi ? İdam sonrasında var olan sosyalist yapılanmalardan idamlara bir tepki ya da idam öncesi bir çalışma yapıldı mı?
Düzmece bir yargılamayla ölüme gönderilen Paramaz ve arkadaşlarının hikâyesi, onların katledilmesinden sonra gelen büyük adaletsizliğin ve hukuksuzluğun özeti gibidir. Talat Paşa’ya suikast yapılacağı ihbar edilmesi üzerine, SDHP’nin kurucuları, merkez yöneticileri ve İstanbul’daki üyeleri apar topar gözaltına alınır ve tutuklanır. Paramaz da tutuklananlar arasındadır. Bu şekilde İstanbul merkez cezaevinin bodrum katında zincirlenerek işkence altında aylarca sorgulanırlar. Gerçekten de kongrede, İttihat ve Terakki yöneticilerinin Ermenilere dönük katliam hazırlığı içinde olduğu konuşulmuş ve bu konuyla ilgili ne yapılacağı seçilen merkez komitesine bırakılmıştır. Ortada ciddi hiçbir delil olmadığı halde idam cezasına çarptırılan 20’lerin mahkeme savunmalarından ve idam edilirken haykırdıkları “Siz, sadece bizim vücudumuzu yok edebilirsiniz, fakat inandığımız fikirleri asla… Yarın Ermenilik, ülkenin doğusunda özgür ve sosyalist Ermenistan’ı selamlayacaktır, yaşasın sosyalizm!” sözlerinden ve sloganından yıllar sonra haberdar olduk!
Geç de olsa Paramaz’ı ve yoldaşlarını, onların arasındaki yoldaşlık bağının gücü ve duygu yüküyle anmak; onların hatıralarını canlı tutmak, unutmaya karşı koymak, enternasyonalist sosyalist olmak kadar, demokrat bir bilince sahip olmanın da mihenk taşlarından biri olarak değerlendirilmelidir. 1915 soykırımı, bu topraklardaki 1 milyona yakın Ermeni ve Süryani’nin katledilmesinin yanı sıra, bu topraklardaki entelektüel birikimi, kültürü yok etmiş; filizlenen Marksist hareketi de köklerinden koparmıştır. Daha sonra gelen kuşaklar kendilerinden önce mücadele içinde olanların tecrübelerinden yararlanamamıştır. Ama artık Karadeniz’in karanlık sularında katledilen Mustafa Suphi’lerden önce bu topraklarda yaşamış ve bedel ödemiş komünistleri biliyor ve tanıyoruz. Dolayısıyla onları yok sayan bir tarih anlatımında ısrar etmekten vazgeçmeliyiz…