Ünlü savaş teorisyeni Carl Von Clausewitz’e göre “Savaş çok genişletilmiş bir düellodan başka bir şey değildir. Pek çok sayıda tek tek düellolardan oluşan bir birliği düşünmek yerine, düello yapan iki kişiyi gözümün önüne getirecek olursak, daha iyi yapmış oluruz. Bunlardan her biri fiziksel gücü ile diğerine iradesini kabul ettirmeye çalışır. Onun ilk amacı düşmanı mağlup etmek ve böylece daha sonra her hangi bir direnç göstermeyeceği bir duruma sokmaktır. O halde savaş düşmanı irademizi kabule zorlamak için bir kuvvet kullanma eylemidir”.
Savaşın nasıl bir şey olduğunu tanımlayarak “iş”e başlayan Prusyalı general, çığır açacak asıl tezini savaşın ne olduğuna dair çözümlemesi ile yapar: “Savaş sadece politikanın başka araçlar ile devamıdır” şeklindeki teorik mottosuyla bilinen tezi, “savaşın yalın bir politik bir eylem olma, politik ilişkinin bir devamı, politikanın başka araçlarla uygulanması olduğunu” açıklar.
Savaşla siyaset arasında kurulan bu ilişki Marksist hareketin siyaset ile savaş diyalektiğini, siyasal olay/eylem olarak kavrayan teorik bakışına uygundur. Bu yüzden bir devrim önderi, teorisyeni ve siyaset felsefecisi olan Lenin başta olmak üzere, Marksist hareketin devrimci birliklerinin, Clausewitz’ in savaş kuramı tezine büyük kıymet verdiklerini ve devrimci strateji açısından dikkatle incelediklerini biliyoruz. Clausewitz’in savaş kuramı ve onun can alıcı tezi ile enikonu ilgilenen, savaş stratejisi ve mantığı açısından dikkate değer bir devrimci edinime tabi tutan Çin devriminin önderi Mao ve Vietnam kurtuluş savaşının efsane generali Giap’ı özellikle anmak gerekir. Her iki ismin de “Devrimci Savaş Kuramına” ve pratiğine büyük ve eşsiz katkılar yaptıkları bilinir.
Savaşın politik ilişkinin bir devamı olarak kavranması en başta siyasetin geniş ve katmanlı doğasını daha anlaşılır kılar. Bununla beraber savaşın siyaset kumandasında yürütülen ve yönetilen bir siyasal olay/eylem olduğu gerçeğini de kendiliğinden ortaya serer. Savaş belirlenmiş siyasetin direktiflerini ve kendinden beklenen özgül işlevlerini yerine getirir. Tersinden bir anlatımla politika savaş boyalarını sürer, üniformalarını giyer, savaş araç gereçlerini/silahlarını kuşanır ve meydana çıkar. Hedef aldığı düşmanın üzerine yürür, saldırır. Tüm imkân, yöntem ve kuvvetlerini kullanarak düşmanını mağlup etmeye ve diz çökmeye zorlar. Örgütlü kuvvet ve şiddet yoluyla politik sorunları çözme rolünü üstlenir ve yerine getirir. Politikanın en yüksek ve yoğunlaşmış özgül ifadesi olarak vücut bulur. Savaş ile siyaset arasında işleyen bu diyalektik, bize politikanın eninde sonunda bir kuvvetler ilişkisi olduğunu öğretir. Siyaseti bir kuvvetler ilişkisi, çatışması ve yönetimi olarak düşünmemizi emreder.
Toplumsal tarih bilgisi, savaşın her çağda belli insan topluluklarının örgütlü eylemi biçiminde geliştiğini söyler. Kabilelerin, sınıfların, ulusların egemenlik, yağma ve köleleştirme amacıyla ya da tam tersi bir kurtuluş için savaşa müracaat etmesi tarihin bu bilgisini doğrular. Marksizmin materyalist tarih bilimi tarihi “Sınıf Savaşımları Tarihi” bağlamıyla kavrar, inceler ve açıklar. Daha en başında ezenler ve ezilenler arasındaki siyasal mücadelenin spesifik bir formu olarak ortaya çıkan savaş, sınıfsal bir karakter taşır. Haklı ve haksız savaş kavramları tam da bu ezen-ezilen çelişkisi ve gerçekliği üzerinde anlam bulur. Talan, haraca bağlama, köleleştirme, sömürü, işgal, emperyalist paylaşım amaçlı tüm savaşlar “haksız savaş”lardır. Ezilenlerin ezenlere karşı sömürü, kölelik, sömürgecilik ve baskıyı ortadan kaldırmak için giriştikleri tüm savaşlar “haklı savaş”lardır. Ezilenlerin adalet, eşitlik, özgürlük ve kurtuluş amacıyla başvurdukları savaşlar, çok çeşitli biçim ve karakterlerde tarih sahnesine çıkar. Haklı savaşlar, bazen ezilen bir ulusun sömürgeciliğe karış var olma ve “ulusal kurtuluş savaşı” biçiminde veya emperyalist işgale karşı ‘bağımsızlık savaşı’ karakteri ile gelişebilir. Bazen işçi sınıfı ve köylülerin devrimci/toplumsal kurtuluş savaşı karakterinde vuku bulur. Ezilenlerin ezenlere karşı cins, sınıf, ulus kimlik ve bayrağı altında yürüttüğü “sınıf kavgaları” haklı ve meşru savaş kategorisinde yer alır.
Çok katmanlı ve değişik veçheleri olan savaş olgusu, savaşı yürüten sınıflar, yürütülüş biçimleri, kullanılan metotlar vb. bakımlardan farklı kavram ve terimlerle ifadelendirilir. Ezilen sınıf ve kategorilerin, halkların birbirleriyle haklı ve meşru olmayan bir savaşa tutuşmaları “gerici iç savaş” ismiyle damgalanmayı hak eder. Ezilenlerin ezenlere karşı yürüttükleri haklı mücadeleyi bir gerçek savaş düzeyine yükseltmeleri, toplumsal sınıfların büyük bölüklerinin cepheleşerek karşı karşıya gelmeleri ve birbirlerine kuvvet kullanarak iradelerini kabule zorlamaları bir “iç savaş” halini niteler. Ezilenlerin, işçi ve köylülerin egemen sınıfların devletine ve ordusuna karşı yürüttükleri savaşlar, düzenine ve karakterine bağlı olarak “halk savaşı”, “gerilla savaşı”, “partizan savaşı” gibi adlar alır. Egemen zorbaların ezilenlerin devrimci iradesini kırmak için başvurdukları vahşet ve dehşet metotları, kural ve sınır tanımazlıklarla karakterize olan savaşlar “kirli savaş” kavramıyla çağrılır.
Siyasetin Savaş ve Barış İmtihanında Marksizmin Lenin Ayracı
Devrimci politika sanatının ustası Lenin, savaş ve barış konusunda Marksizmin devrimci tavrını, teorik ve pratik açıdan en geniş, sağlam ve hayata işleyen tezleriyle üretir. Çağının verili Marksizmini bu bakımdan devrimcileştirir. Bu tarihsel hamlesini emperyalist paylaşım savaşı koşullarında ve Marksist hareketin burjuvazinin haksız paylaşım savaşına “asker yazıldığı” ve yedeklediği “tarihsel ihanet” anında gerçekleştirir. Savaş ve barış olgularının muazzam bir devrimci diyalektiğini yapar. Marksizmin siyaset felsefesinde devrimci çığır açar. 2. Enternasyonal Marksizminden kopan Lenin, savaş ve barış kavramlarını ezilenlerin devrimci savaşımı teorisinde ve pratiğinde yerli yerine oturtur. Savaş siyasetinin de, barış politikasının da en parlak teorik tezlerini ve hünerli pratiklerini geliştirir. Emperyalist paylaşım savaşı koşullarında silahın namlularını kendi burjuvazisine çevirme tezi ve “iç savaş” bayrağını kaldırma tavrıyla siyasal konum alırken, aynı siyasal zaman akışının değişen konjonktürel “an”larında, işçi sınıfı ve ezilenlerin, emperyalistlerin haksız paylaşım savaşlarının son bulması için barış talebini ve siyasetini ileri sürer. Barış talebi üzerinden ve “iç savaş” yolundan devrimci iktidara uzanan bir başarılı siyasal mücadelenin örneğini yaratır ve ezilenlere deneyim ve ders olarak armağan eder. Rusya’da gerçekleşen Şubat ve Ekim Devrim’lerinin büyük hikâyesinde, Lenin’in bu savaş ve barış dersleriyle dopdolu siyaseti, savaş ve barış siyasetinin ustaca ve militanca pratikleştirilmesi hakikati durur. Lenin kurduğu siyasal stratejiyle ezilenlerin kendi davaları ve amaçları etrafında sımsıkı birleşmelerini, cepheleşmelerini ve siyasal bir ordu haline gelmelerini sağlar. Siyasal teori ve taktiklerle siyasal ordular örgütler, adım adım yöneterek devrimle taçlandırır. “Barış için savaşmanın” gerçek ve devrimci çizgisini de Lenin çeker. Lenin’e göre ezenlerin hakim olduğu bir dünyada barış savaşlar arasındaki “mola”dır. Gerçek, kalıcı ve evrensel bir barış ancak ve yalnızca eşit, sınırsız, sömürüsüz, devletsiz bir dünyanın yeryüzünde inşasıyla gerçekleşebilir. Komünizmden başka bir şey olmayan bu ‘evrensel barış’ çağı için sınıfları yeryüzünden silecek bitmez tükenmez sınıf mücadelesi gereklidir. Uzun sözün özü Marksizmin savaş ve barışla gerçek sınavı Lenin’le beraber geçilir. Marksizm bu iki konuda devrimci yatağını bulur ve ideolojik rotasını doğrultur.
Siyasal mücadelede, “savaşa karşı barış” politikasının tek siyasal tutum ve yol olduğu düşüncesi genel geçer bir bilinci ifade eder. Barış olgusu da siyasal mücadelenin çok katmanlı doğasında farklı ilke, yol ve pratiklerle gövde kazanır. Bu bağlamda, savaşa karşı siyasi mücadelede en az üç ana güzergâhtan söz edilebilir. “Barış için savaşmak” biçiminde de ifade edebileceğimiz bu üç ana güzergâhtan ilki, barışın devrimci savaşla kazanılması; eş deyişle “savaşa karşı savaş” yoludur. Bu noktada ezenlerin savaşına karşı ezilenlerin haklı devrimci savaşı tarih sahnesindedir. Savaşın zaferini kazanan taraf hangi barışa ulaşıldığını da ilan eder. Yenenlerin “barış’” bayrağı göklere çekilir. Ezilenlerin devrimci barışının bayrağı dalgalandığında eşitlik, özgürlük, adalet koşulları ve ilişkileri kurulur. Derhal toplumsal kayıpların telafisi ve onarımına girişilir. Ezilenlerin ‘barış içinde’ eşit, özgür ve kardeşçe yaşamlarının hikâyesi ve yeni tarihi başlar. Ezilen sınıflar arasındaki çelişki ve sorunlar savaşla değil, barışçıl yol ve yöntemlerle çözülür.
“Yenenlerin barışında”, egemenlerin ezilenleri mağlup ettiği tüm savaşların sonunda “egemenlerin ya da egemenin barışı” gelir. Egemenin barışı bir “kölelik barışı”dır. Bu “barış”la düzen yeniden tesis ve tahkim edilir. Ezilenlere sömürü ve kölelik şartları bir kez daha kabul ettirilir. Egemenlerin barışının tarihteki en meşhur örneği ve olgunun kavramsal adı Pax-Romana böyle bir barıştır.
Barış için savaşmanın ya da mücadelenin diğer biçiminin adı “onurlu ve adil barış”tır. Egemen sınıflara karşı esasen ezilenler cephesinde yükseltilen bu şiar, bazen devletler ve uluslar arasındaki bir savaşın da talebi ve siyaset olarak ortaya çıkabilir. “Onurlu ve adil barış” siyaseti ezilenlerin devrimci savaş yoluyla kendi barışını sağlama imkân ve düzeyinin henüz olmadığı ve oluşmadığı aleyhte şartlar altında gündeme gelir. Ezenlerin savaşını zayıflatma ve ezilenlerin siyasal konum, mevzi ve mücadele imkânlarını koruma ve ilerletme siyasetinde anlam bulur ve somutlaşır. Ezenlerle ezilenler arasındaki bitimsiz mücadelenin eşitsiz olduğu koşullarda ya da belli bir denge aşamasında, ezilenler onurlu bir barış isteyerek soluklanma ve hazırlıklarını tamamlama yolunu deneyebilir. Veyahut yenişemeyen savaşın tarafları arasında ‘demokratik’ ya da “adil barış” talebi ileri sürülebilir ve bu siyasetin propagandası ve eylemi realize edilebilir. “Barış için savaşma”nın somut siyasal taleplerle yürütülmesi ezenlerin savaş gücünü ve saldırganlığını sınırlar. Haksız savaşın geniş ezilenler kitlesinde meşrulaşmasını önler. Ezilenlerin haksız savaşa göz göre göre sürüklenmesi ve yedeklenmesini önler. Egemenlerin ideolojik hegemonyasını parçalar zayıflatır.
Savaşa karşı barış düzleminde ortaya çıkan ana siyasal ilke ve tavırlardan biri de, pasifizm siyasetidir. Barış sözünü ağzına sakız eden pasifizm, genel, soyut ve evrensel barış propagandasıyla ete-kemiğe bürünür. Savaşa karşı pasifizm siyaseti ya da tavrı özü ve esasıyla bir burjuva etiği tavrını temsil eder. Burjuva etiğin ve düşüncenin ikiyüzlü karakteri, genel ve soyut barış söylemine sarılır, pasifizm kılığıyla egemen ideolojiyi pratikleştirir. Burjuva pasifizm haklı-haksız savaş ayrımından özenle kaçınır. Savaşın sınıflar üstü bir vaka kabul eder ve öyle yansıtır. Tarafsızlık pozisyonu ve pozları takınır. Barışın iyilikleri üstüne ahlaki vaazlar verir. Savaşın korkunçluğunu, kötülüklerini sayıp döker. Burjuva pasifizmi kurulu düzenin “savaşsız” haline geri dönülmesini, sömürü ve tahakküm ilişkileri dünyasında “huzur içinde” bir hayatı arzular. Savaşın maddi ve manevi yüklerine, toplumsal hayatı berhava eden sonuçlarına karşı militan bir tavır yerine mızmız bir etik tepki göstermekle yetinir. Sosyalist pasifizm ise, burjuva ideo-politikanın ufkunun sınırları içinde “barış mücadelesi”ni temsil eder. Burjuva pasifizmiyle, uygarlığın evrensel değerleri ve soyut barış nosyonunda buluşur. Düzen içi ve sinik bir siyasal varlığın uysal ve ehlileşmiş siyasetini güder, bol bol deklarasyonlar yayınlar.
Sanatın Davası ve Kavgası
Clausewitz ‘savaş üzerine’ adlı yapıtının üçüncü bölümünün başlığını ‘savaş sanatı yada bilimi’ biçiminde koyar. Fakat bir ikilem içinde gibidir. Bu nedenle kısa ve hayli ilgi çekici bir tartışma yapar. Bilim ve sanat olgularını tariflemeye çalışarak, savaşı sanat kavramıyla birleştirip nitelemenin daha makul alacağına karar verir. Bilimi ‘bilmek’, sanatı ise, ‘yapabilmek’ kategorisinde ele aldığı tartışmasının sonuna şöyle bağlar: “Bir kez daha tekrarlayalım. Amacın meydana getirmek olduğu yer sanatın alanıdır, araştırma ve bilginin hedef alındığı yerde bilim egemendir. Bütün bunlardan savaş sanatı demenin bilimi demekten daha uygun olacağı sonucu çıkıyor”. Clausewitz’in yaptığı tartışmada savaş ile sanatı aynı alandan, yani eylem düzleminde kavradığını görüyoruz. Sanatı bir eylem/olay kategorisinde kavrama çabası doğru ve olumlu olmakla birlikte, sanat kavramının içeriğinin güçlü ve derinlikli kavranması açısından yüzeysel kalır. Savaş teorisyeni burada meşhur fıkradaki kundura zanaatçısının “çok bilen özne” jestine yakalanır. Eşyanın tabiatına uygun olan savaş sanatı terimlemesi adına sanatın can alıcı noktasını ve büsbütün içeriğini iğdiş eder.
Clausewitz’in kısa kestiği tartışmayı sürdürmek gerekir: Savaşın “meydana getirdiği” şey, fiziki ve manevi yıkımdır. Savaş bir şiddet eylemidir. Örgütlü eylemiyle yıkar ve yok eder. Yaratılmış değerlere, zenginliklere, güzelliklere birileri adına el koyar. İnsanı, doğayı, çevreyi tahrip eder. İnsanı öldürür, tüketir. Bir kasıtlı eylem olarak sadece yıkım meydana getirir. Toplumsal hayatı askıya alır. Ezenlerin savaşı, geçtiği ve değdiği her yerde ardında ölümler, yoksulluklar, hırsızlıklar ve değerlerin hoyratça yağmalanmasını bırakır. Bir Alman sözünde ifade edildiği gibi, “savaş ülkelere üç ordu bırakır, sokaklar ordusu, yoksullar ordusu, hırsızlar ordusu.” Egemenler savaş yoluyla zenginlik ve güç devşirir, iktidar tesis eder. Savaş ölüm ve acı üretir. Ölüme benzer, savaş en çok “meydana getirdiği” ölümün bayrağını taşır. Oysa sanat hayatın bayrağını dalgalandırır. Sanatın meydana getirdiği şey estetik yaratımdır. Sanat yaratır. Bilinçli, hünerli ve yaratıcı eylemiyle toplumsal hayat estetik nesneler/varlıklar üretir. Hayatın yeniden üretimine katılır. Güzellik ve haz üretir. İnsanların manevi ve kültürel ihtiyaçlarını tatmin eder.
Sanatın en eski tanımlarından birine Platon’un Devlet’inde rastlıyoruz. Platon “iyi kent devleti” ütopyasını temalaştırdığı Devlet eserinde, sanatı felsefi açıdan irdeler. Sanatı “doğanın kopyasının kopyası” biçiminde tarif eder. Edebiyat ve müzik üzerinde genişçe durur, tartışmalar yapar. “İyi kent devleti” ütopyasında sanatı felsefeden aşağı bir konuma yerleştirir. Sanatı baştan aşağı ideolojik eğitim amaç ve işleviyle değerlendirir ve rol biçer. Şairleri tehlikeli ve tekinsiz bulur, eleştirir. Şirin ve sanatın insanları yoldan çıkarabileceğinden ve yanlış eğittiğinden dem vurur. Platon ve Aristoteles’ten beri gelen upuzun bir tarih boyunca sanat hep “doğanın kopyasının kopyası”, hayatın “iyi ve güzel yanının taklidi” ve yansıtması anlamıyla da anılagelir.
Gelgelim burjuva aydınlanma çağıyla birlikte sanat yeniden tartışılır ve tarif edilmeye başlanır. Felsefe, bilim, sanat vb. tüm bu kavram ve alanların yeniden tartışılır ve tarif edilmeye başlanır. Felsefe, bilim, sanat vb. tüm bu kavram ve alanların yeniden tartışılıp içeriklendirilmesi, tanımlanması ve kuramlaştırılması dosdoğru kapitalist üretim ilişkilerinin sonucudur. Zira kapitalist üretim ilişkileri tüm bu kavramları ve üretimleri geleneksel dar ve tecrit alanlarından söküp alır ve kapitalist üretim sanat ürünleri artık daha geniş bir nüfus kitlesine ve kapitalist pazara göre üretilmeye başlanır. Bu yeni varoluş gerçekliği sanatın anlamını, amacını ve işlevini köklü bir biçimde değişime uğratır. Sanatın kapitalist metalaşma süreci aynı zamanda onun olgusal ve kuramsal değişiminin öyküsünü de anlatır. Nitekim aydınlanma çağıyla sanat kavramı ve kuramı burjuva anlamıyla içeriklenir ve donanır. Sanatın “oyun kuramı”yla açıklanması dönemi başlar.
Sanatın kapitalizm koşullarındaki bu yeni varoluş halini ve toplumsal ilişki biçimini Marks, Ekonomi Elyazmalarına “Giriş”te şöyle ifade eder: “Nesneye duyulan gereksinme o nesnenin algılanışından doğar. Sanatın nesnesi de (herhangi bir başka ürün gibi) sanat duyusu olan ve güzellikten haz alabilen bir izleyici kitlesi yaratır. Onun için üretim özne için bir nesne üretmekle kalmaz ama nesne için de bir özne üretir”. Pazara bir kültürel meta olarak çıkmaya başlayan sanat ürünleri önce beğeni yaratır, peşinden haz ve duygu sunumu gelir, algılar ve ölçüler değişir vs. Bu çevirimin sonunda arzu üretilir. Böylece kendi talepkâr kitlesinin yani sanat duyusu olan ve güzellikten haz alabilen öznelerin ideolojik-estetik algı ve ölçüleri yeniden düzenlenir. Sanat bilgiden ziyade algılar, beğeniler, hazlar ve arzularla ilgilenir. Bilgi ve düşünceyi, duyguları ve algıları tutuşturarak, düşünceye kıvılcımlar saçarak etkiler ve işlevini bu dolayımla gerçekleştirir. Sanatın bu “ateşleyici”, haz ve arzuyu gıdıklayan, tahrik eden işlevinin keşfedilmesi, sanatın bir propaganda ve reklam aracı olarak kullanımının da çığırını boylu boyunca açar.
Felsefi ve pratik açıdan sağlam ve kapsayıcı sanat kavrayışları için eylemin ehli sanatçılara ve bilhassa şairlere başvurmak iyi bir pusula olabilir. Yannis Ritsos, mükemmel dizeleriyle, sanat ve hayat ilişkisini, sanatın varoluş hali ve hakikatinin en geniş felsefi tanımlarından birini yapar: “şiire, aşka ve ölüme inanıyorum diyor/işte bu yüzden ölümsüzlüğe de inanıyorum /bir dize yazıyorum; ben varım; dünya var”. Bir başka şair Şilili Vicente Huidobro “şiir sanatı” şiirinde; “şairler neden gülleri yazıyorsunuz?/Şiirinizle yaratın gülü!” dizeleriyle bize sanatın en kısa pratik tanımlarından birini verir. Şair Kutsiye Bozoklar, sanatın insan ve nesnel gerçekliği arasındaki estetik bağ olarak tanımlanabileceğini söyler.
Toplumsal hayatın daimi üreme ve çürüme akışı içinde sanat özel ve nitelikli bir insan uğraşı ve yaratım eylemi olarak dünyaya “doğar.” Hayatın gelişme, güzelleşme ve kendini yeniden üretmenin estetik dili ve varoluş halini temsil eder. Yaratıcı eylemdir. Kendini imgenin ve estetiğin diliyle anlatır. Hayatın etkilemeyi, değiştirmeyi, estetikleştirmeyi amaçlar. Duyguda ve ruhta haz almayı, düşüncede imgesel ve simgesel kavramlarla düşünmeyi ve mantıksal işlem yapmayı öğretir. Sanat devinim ve değişim ister. Yerleşik düşünme ve algı kalıplarını kırar. Tabuları ve statükoları yıkar. Felsefenin düşünmeyi ve bilmeyi sağladığı gibi sanatta görmeyi, beğenmeyi, bilmeyi, seçmeyi, ölçüyü ve haz almayı sağlar. Bu işleviyle hayata hareket katar, olanını genişletir. İnsan dünyasını büyütür. Toplumsal hayatın gerçeklerine ayna tutar. İmgesel yaratımlarıyla zihinleri sarsar, yeni bakış açıları oluşturur. Hayatın ufkunu genişletir, bakışımlı pencereler kurar. İnsanı insanla, insanı doğayla hemhal eder ve bütünler. Ortak hayat dünyaları kurar. İnsanın doğayı ve hayatı en geniş anlamda kavrayıp kucaklamasını sağlar. Hayal bilgisini çoğaltır. İnsani varoluşu güzelleştirir ve zalim bir hayata karşı yaşama haz, sevinç, duygu ve direnç katar.
Devrimci sanatın can suyu özgür ve güzel bir dünyada arzusunda akıp gelir. Devrimci sanatçı dünyayı değiştirme amacına ve devrim davasına bağlanan özneyi temsil eder. Devrimci sanat devrimin davasını ve kavgasını yürütür. Sanatı ve estetiği büyük insanlığın kurtuluş mücadelesinin hizmetine adar. Sosyal hayatın zengin gerçeğini ve devinimini devrimci sanatın estetik diliyle anlatır. Hayatın envai çeşit hallerine yeniden kurarak, toplumsal gerçekçi bir estetik ve anlatımla sunar. Bilginin ve gerçeğin cevherine sanatın ışığını düşürür. Gerçeği ışıklı güzelliğin diliyle bize taşır. Ruhları ve nefisleri devrimci estetik ve etikle eğitir, aydınlatır. Anlatarak, göstererek, duyurarak ama hepsinde mutlaka sanatın estetik niteliğini ve dilini yakalayarak, imgenin devrimci mesajını duyumsatarak yapar. Ruhlara dokunarak bilinçlere nüfuz edecek eylemini gerçekleştirir.
Sanatın Kavgasını Kavganın Sanatı Kılavuzluğunda Yürütmek
Sanat yaratıcı ve üretici bir uğraş ve eylem olduğuna göre, sanatçı bu eylemin öznesi ve “meydana getiren” yapıcısıdır. Sanatın farklı dallarında sanat ürünleri meydana getiren ve yeni imgesel dünyalar kuran sanatçı toplumun entelektüel ve kültürel ihtiyaçlarını üretir. Sanatçı doğa, toplum, insan ilişkilerini tüm enginliği ve derinliği boyutlarıyla, düşüncede, bilgide, hayalde dolaşır, keşfeder. Toplumsalın zengin dünyasındaki bu yolculuk, arayış, gözlem, keşif, tanıma, biriktirme sanatçının “kanatlı ilham perileri” ve estetik yaratımının malzemeleri olur. Toplumsal hayatın aynasından ve dünyasından esin ve konu alır. Hürle işler. Bireysel yaratıcılığıyla sanat eserini meydana getirir. Bir çeşit ayıklama ve damıtma eylemi gerçekleştirir. Hayatın estetik değerleri süzer, ayıklar, yeniden biçimleyerek, yeniden yaratarak topluma geri sunar. Sanatçı tam da bu estetik süzme ve imge yaratım “iş”inin zanaatçısıdır. Dolayısıyla sanatçı zanaatçılığı da güçlüce kapsayan bir yaratım eyleminin yapıcıdır. Tüm bu faaliyetin ve yaratımın öznesi olan sanatçının muhakkak ki bir davası, kavgası, amacı olur ve onu yönetir.
Sanatın mücadelesi ya da kavgası yalın bir siyasal kavga değildir. Sanat ve sanatçı kendi alanından ve kendine has yaratım araçlarıyla mücadeleye tutuşur ve yürütür. Sanatçının kavgası esasen bir ideolojik kavga karakterinde billurlaşır ve kendini yansıtır. Sanatçının açık siyasal tavır ve pratiğiyle, sanat eserleri aracılığıyla yaptığı birbirinden farklı iki eylemdir. Bu iki ideo-politik jest her zaman ve koşulda örtüşmeyebilir. Sanatçının siyasal eylemi yalın militanlık pratiğinden başka bir şey değildir. Fakat sanat eseriyle, yani şiiriyle, öyküsüyle, romanıyla, tiyatrosuyla, filmiyle, resmiyle vb. ile meydana getirdiği eylem, yarattığı olay ve yankı ideo-politik bir pratiktir. Devrimci sanatçı her iki pratiği üstlenir. Sanatsal yaratıcılığında, siyasal militanlığın da hakkını verir. “Sanatın kavgasını kavganın sanatı” kılavuzluğunda ele alır ve yürütür. Ezilenlerin sanatçısı ve savaşçısı olur.
Savaş ile sanat ilişkisini kuran ve dolayısıyla sanatın siyasal jestini örgütleyen sanatçılardır. Sanatın eylemi ideo-politik tavırla gelişir ve siyasal hayata düğümlenir. Bu tavır hem sanatçının dolaysız politik eylemciliğiyle, hem de sanatsal yaratım nesneleri dolayımıyla gerçekleşir. Sanat ve sanatçının haklı ya da haksız bir savaşın içinde mi, yanında mı, karşısında mı yer aldığı sanatçının ideo-politik kimliği, tavrı ve seçimiyle bağlıdır. Başka bir deyişle ‘kendini ortaya koyuş tarzı’ ve meydana getirmesiyle belirlenir. Sanatçının savaşta ve barışta, büsbütün hayatta en önemli silahlarından biri sanatıdır. Elinde sanatın bayrağıyla nerede, nasıl ve kim için dönüşeceğini kendisi seçer, sanatçının yanlı tavrı onun bir dünya görüşü konumunu ve örgütlü mücadeleyi seçtiğini gösterir. Sanatçının verili dünyaya köklü bir itirazı ve dünyayı değiştirme amacı varsa, sanatıyla bu davanın kavgasını omuzlar. Böyle bir amaç ve davadan yoksun ve kopuksa kapitalist pazara meta üretmeye ve burjuva düşünceye ve yaşama talim eder. Sanatı salt bir konu ve pazara sanat metaları üretmekle sınırlı tutan; sanat ve sanatçının tarafsızlığını benimseyen tavrın da önünde sonunda bir ideo-politik tavır olduğu kuvvetle vurgulanmalıdır. Zira bir üst yapı kurumu olan sanatı, ideolojik işlevinden arındırmak değildir.
Savaşla belirlenen konjonktürlerde sanat ve sanatçıların duruma uygun bir pozisyon aldığı vaktidir. Savaş sanatı ve sanatçıları saflaştıran çok net bir indikatördür. İster tarihin aynasında, isterse günümüzün aktüel gerçekliğinden bakılsın egemen kurumsal sanatın, savaşı propaganda eden, estetikleştiren, haklılık ve meşruluk kazandırmaya çalışan sayısız örneği bulunabilir. Egemen kurumsal sanat savaş dönemlerinde tam bir propaganda sanatı karakterine bürünür. Ve bir propaganda aygıtı gibi işlev görür. Sanatın etkili propaganda rolü ve işlevi haksız ve kirli savaşların hizmetine koşulur.
Egemen sınıflar ve tekeller düzeni sanatı ve sanatçıları haksız ve kirli savaşın tarafı yapmaya çalışır. Devlet yanına haksız ve kirli savaşın safına çekemediği sanatçıları burjuva pasifizmiyle ‘etkisi hale’ getirir. Bugün, Kürdistan’da Türk sömürgeciliği tarafından acımasızca sürdürülen haksız ve kirli savaş karşısında Türkiye’de sanat ve sanatçılar bir kez daha sınavdadır.
Bu yazı, Sanat ve Hayat Dergisinin Kış 2016 tarihli 2. sayısında yayımlanmıştır.