Dilin tarihi, düşüncenin tarihi kadar eskiye dayanır. Bu yüzdendir ki dile ilişkin pek çok düşünür ve filozof görüş belirtmiş ve felsefe yapmıştır. Dilin, yalnızca insana özgü bir yetenek olduğu saptaması yapan düşünürlere rastlamak da olasıdır. Dil yetisinin bir doğa vergisi mi yoksa üretim ilişkilerinin bir sonucu olarak mı ortaya çıktığı tartışması da yeni bir tartışma değildir. Marksist teori bakımından insanı insan kılan her özellik gibi dil de üretim sürecinin bir neticesi olarak meydana gelmiş olmalıdır. Üretim faktörü, Marksist düşünceyi temellendiren en kritik kategorilerden birisidir. Hayvanın dilinden söz edemeyişimizin nedenini de hayvanın üretim yapamıyor olmasında aramalıdır. Çünkü insan, ihtiyaçlarını tasarımlayarak ürettikleriyle karşılarken hayvan yalnızca doğada hazır bulunanı tüketmekle yetinir. Üretimin en önemli özelliği ise birden çok kişiyi yan yana getirmesidir.

Üretimden dolayı zorunlu olarak yan yana gelen insanların, bugünkü dili meydana getirinceye kadar bir hayli ilkel dil kullandıkları anlaşılmaktadır. Bu açıdan dilin basitten karmaşığa, ilkelden mükemmele doğru bir evrim geçirdiğini ileri sürmek yanlış olmaz. Ünlemlerden, tek heceli dillere; oradan kelime düzeyindeki cümlelere ve daha kompleks ifadelerin oluşmasına olanak veren dillere ulaşıldığına inanmak gerekiyor. Bebek-çocuğun gelişiminde bu etapları izlemek olanaklıdır. Bu evrimleşme sırasında pek çok dil sisteminin elemine olduğu, geriye güçlülerin kaldığını söyleyebiliriz. Üretimde ileri olan ve güçlü ekonomiler kuran toplumların dillerinin de aynı oranda güçlü, baskın ve yayılmacı olduğunu daha şimdiden hatırlamakta yarar var.
Dillerin Kendi Kaderini Tayin Hakkı
Toplumlar arasındaki dil farklılığı ile toplumları oluşturan sınıflar arasında da bir dil farklılığının olup olmadığını tartışmak gerekir. Yine de tartışılmayan bir boyut var ki, o da ezen ve ezilen sınıfların dili kullanış amacı, onu üretme şekli ve dili ele alış tarzlarının farklı olmasıdır. Bu yüzden Stalin, “burjuva grameri”, “proletarya grameri” ifadelerinin yanlış olduğuna dikkat çekmekte haklıdır. Fakat her sınıf, dili kendi sınıf çıkarlarına göre biçimlendirmektedir. Her dil, belli bir sınıfın kendi değerlerini, geleneklerini, çıkarlarını, teorilerini taşıyan birer bellek oldukları için vazgeçilmez dinamiklerdir. Tarihin, üzerimize bir kâbus gibi çökmesinde dilin rolü belirleyicidir. Dilin farklı kullanımı, sınıfların farklılığına dayanır. Bu farklılık ise son çözümlemede sınıf mücadelesinden ayrı olarak ele alınamaz.
Egemen dil anlayışı, “sömürücü” yerine işadamı; “kapitalist” yerine girişimci demeyi tercih eder, önerir ve daha da önemlisi bunu emekçilere de kabul ettirir. Egemen ya da baskın diller ulusal düzeyde ya da halklar düzleminde zayıf dilleri asimile etmenin politikasını üretmeyi asla ihmal etmezler. Buna karşı dillerin direndiğini gösteren pek çok örnek vardır insanlık tarihinde. Dolayısıyla emekçi sınıfların dili gibi ezilen ulus ve halkların dili de sınıf mücadelesinin bir parçası olarak bu arenada her zaman var olmuşlardır. “Dillerin kendi kaderini tayin hakkı” sorununun “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” sorunundan izole edilerek ele alınamayacağı açıktır. Bundandır ki feodal, kapitalist ve emperyalist sistemlere karşı ulusların direnişi gibi dillerin direnişi de meşrudur.
Çok uluslu bir toplum olan ülkemiz gerçekliğine bakıldığında dillerin çeşitliliği hemen fark edilecektir. Antik dönemden beri dile dair düşüncelerin sürekli gündemde olması gibi bu sorun günümüzde ve ülkemizde de üzerinde düşünülmesi gereken bir sorun olarak orta yerde durmaktadır. Türkçe, felsefe yapmaya uygun bir dil midir? Kürtçede felsefe yapılabilir mi? Osmanlıca veya Arapça daha gelişmiş bir kültür dili midir? Anadolu dilleri, emperyalizmin işgali altında mıdır? Bu türden sorular çoğaltılabilir. Daha spesifik sorular da vardır: Dil, düşünceyi yansıtır mı? Felsefeyi dil mi, insanlar mı yapıyor? Dil eril midir, ideolojik midir, yoksa üst yapı kurumu mudur? Dil üzerine düşünmek ve yazmak isteyen kimse, kültür kategorilerinin; bilim, sanat, felsefe ve politikanın dili yanında direnişin dilindeki özgünlüğe de vurgu yapmak durumunda kalır. Tüm bu soruların yanıtını aramak ve anılan konuları aydınlatmak için dil üzerinde kısa bir gezinti yapmak zorunlu görünüyor.
Sarayda Yaşayan ile Kulübede Yaşayan Farklı Konuşur
Felsefe yapma tarzını ikiye ayırabiliriz: Felsefesini üretim alanından hareket ederek kuranlar ve üretim dışı alanlardan hareketle kuranlar. İlki materyalist düşünceye ikincisi idealist düşünceye tekabül ediyor. Mesela M. Ö. 5. yüzyıl filozofu Gorgias, üretimden değil varlıktan harekete ediyor ve varlığın olmadığını, olsa da bilemeyeceğimizi bilsek de başkalarına –dil yoluyla– anlatamayacağımızı ileri sürüyordu. Filozofun, bilinemezci bir noktaya çakılıp kalmış olması bir yana; dil felsefesinin bu denli gerilere gittiğini saptayabiliyoruz. Yine de dilin olup biteni, yani varlığı (olgu durumunu) bilgi nesnesine uygun bir biçimde yansıtıp yansıtmayacağını aklımıza getirdiği için filozofu ne denli ansak ve onore etsek azdır.
Amerika’nın Ortadoğu ve Irak’ta on yıllardan beri yaptığı uygulamaları düşünelim. Olgu durumuna bakılırsa bölgede sömürü, baskı ve katliamlara imza atılıyor. Oysa bu olgu durumunun şöyle dile getirildiğini sıklıkla duymaktayız: “Amerika Irak’a demokrasi götürüyor!” Aynı durumu AKP hükümetinin Kürt illerine yaptığı “saldırılarda” da görebiliriz. Burada saldırı olarak dile getirilen olgu durumu (somut durum) ana akım ideoloji açısından “demokrasi, güven ve kardeşlik” olarak lanse edilebiliyor. Dolayısıyla insan dili, “kültürel uzlaşım”a dayandığı için gerçekliği tersyüz eden, çarpıtan bu olanağı yapısında barındıran bir mekanizma olarak ele alınmak zorundadır. Hayvan dilinin ise “doğal uzlaşım”a dayandığı için böyle bir olanağa sahip olmadığını hatırlatmak isterim.
Aynı olgu durumunu, iktisaden egemen olan sınıfların kendi çıkarlarına göre dillendirdikleri, ezilenlerin ise bu duruma kendi sınıf konumlarına göre anlam verdikleri anlaşılmaktadır. Dilin, düşünceyi ya da kavramları yansıttığını veya düşüncenin ya da kavramın sesle, yazıyla ve benzeri yollarla simgeleştirildiğini düşünmemiz yanlış değildir. Düşünce ve kavram sorunsalı, bizi zorunlu olarak bilinç düzeneğini incelemeye götürür. Bilinç düzeneği, her sınıfın çıkarına göre farklı kurulur. Bu yüzdendir ki “sarayda yaşayan başka, kulübede yaşayan başka düşünür/konuşur” denmiştir. Saraydakinin düşüncesiyle kulübedekinin düşüncesindeki farklılık dilin farklılığıyla benzerdir.
Her dil, farklı ekonomik, sosyal ve tarihsel süreçlerin ürünü olduğu için; ayrıca farklı coğrafi ve iklim kuşaklarının ürünü oldukları için kendilerine özgü düşünceleri, felsefeleri ve dünya görüşlerini içerirler. Mesela dişi ağrıyan bir Türk, “dişim ağrıyor” dediği halde, bir İngiliz “ağrıyan bir dişe sahibim” ifadesini kullanır. Başka bir örnekte de “ayağını yorganına göre uzat” denir. Yorganın, sıcak iklim toplumlarında değil de soğuk iklimlerin egemen olduğu ülkelerde türemiş olduğunu anlamak zor değildir. Fakat bu demek değildir ki felsefeyi dil yapar. Felsefeyi yapan öznedir; yani sanatçı, bilim adamı, politikacı ve filozoftur. Demek ki her dilin bir felsefesi olduğuna göre her dilde felsefe yapılabilir. Buradan hareketle her dille edebiyat da yapılabilir, şiir de yazılabilir dememiz gerçekle örtüşüyor. İlgili özneler olduğu sürece bilimsel çalışmalar, makaleler yanında siyasi teoriler kurulabilir, büyük felsefi kuramlar geliştirilebilir. Tabii sözü edilen dilin iletişim kurmaya yeterli olacak kadar gelişkin olması şarttır. Ölü dillerle ya da ölmeye yüz tutmuş dillerin düşünce ya da kültürel çalışmalara belli bir zorluk çıkaracağı açıktır.
Dil Yalan Söylemenin Aracıdır
Dil, yaşamın ilerleyip yetkinleşmesine paralel olarak gelişip yetkinleşmiştir. İmparatorluk çağlarında Latince, Yunanca, Arapça gibi diller başta olmak üzere yaygın diller egemen olduğu halde Yeniçağla (kapitalizmle) birlikte yerel dillerin tarih sahnesinde görülmeye başladığı anlaşılıyor. Yerel ya da halk dillerinin yaygınlaşmasının, uluslaşma süreciyle paralel ilerlediğini söylemek yanlış değildir. Marksizm-Leninizm açısından dil, ulusal toplulukların önemli bir ögesi olarak işlev görmektedir. Ulusu ulus yapan unsurlardan birisidir dil. Bu açıdan onu pazar ilişkilerinden ayrı olarak ele almak doğru değildir. Pazara egemen olmak aynı zamanda dile egemen olmayı gerektirir. Türk egemen sınıflarının, 1920’li yıllarla birlikte genel olarak dile ve harflere kadar müdahale etmelerinin özel olarak da azınlıkta kalan ulusal ve etnik toplulukların dillerini yasaklamalarının anlamını da burada aramamız gerekiyor.
Nasıl ki Batı’da kapitalizmle birlikte Latince, Yunanca yerine Fransızca, Almaca, İngilizce gibi diller çoğalmışsa Türkçe de Osmanlıca ya da Arapça gibi genel dillerin yerine ikame edilmeye başlanmıştır. Batı’nın yeni dilleri sermayenin çıkarına uygun ideolojilerle aynı istikamette ilerlediği gibi Türkçenin de aynı yolu izlediği söylenebilir. Demek ki dil masum bir kurum değil. Zira hem olumlu hem de olumsuz özelliklere sahiptir. Bu yüzden de tek yönlü ele alınamaz. Dil hem halkların kendilerini ifade etmeleri için zorunlu bir zihinsel sistemdir, hem de sınıfların ideolojisini taşımaktadır. Egemen sınıf, günümüzde burjuvazi olduğu için, dilin taşıdığı ideoloji de asıl olarak sömürücü sınıfların ideolojisidir. Buna göre ezilen halkların olduğu gibi Marksizm-Leninizm’in de “dilin gücü”nü bilince çıkarması ve baskıcı dilin saldırılarına karşı direniş odakları geliştirerek mücadele yürütmelidir.
Konfüçyüs gibi eski bilgeler dili düzelterek tolumun düzeltileceğini ileri sürerken elbette yanlış bir noktadan hareket etmişlerdir. Platon ise dil sorununu düşünceyle ilişkisi bakımından ele almakla yetindi. Günümüzün ana akım dil felsefelerinin de toplumsal sorunlardan kaçarak dil ve aynı zamanda kültür sorunlarına yönelirken sömürücü sınıfların çıkarına ideolojik bir manipülasyon yaptıkları anlaşılmaktadır. Üretim alanlarından, toplumdan, ekonomik unsurlardan, sömürü düzeneklerinden uzak durarak hatta mümkünse bu alanların üzerini örterek dile yönelmelerinde “iyi niyet” olduğu kuşkuludur. Olgu durumlarının üzerinin örtülmesinde dilin oldukça marifetli bir kurum olduğu ortadadır. En basit örnekle -yukarıda da işaret etiğimiz gibi- dil, yalan söylemenin, gerçeği ters anlatmanın, olguyu çarpık göstermenin potansiyelini taşımaktadır.

Marksist Dil Felsefesi, Burjuva Dil Felsefesine Karşıdır
Egemen sınıflar dilin pek çok özelliğini çok iyi bildikleri için kendi çıkarlarını emekçilerin ve ezilen halkların çıkarıymış gibi göstermeyi kolay yoldan başarırlar. Örneğin bir işçi kendisinin sömürüldüğü fabrikayı ifade ederken “bizim fabrika” diyebiliyor. Oysa o fabrika işçinin değil kapitalistindir. Veya bir emekçi, “burası benim vatanım” derken vatanda hiçbir değeri olmadığını aklına bile getirmiyor. Çünkü egemen sınıflar “senin fabrikan” ya da “senin vatanın” türünden ifadeleri dil yoluyla kitlelerin belleğine çivi çakar gibi çakıyor. Kanaatimizce işte dil felsefesi bu olup bitenlerin teorisini yapıyor. Buna burjuva dil felsefesi de diyebiliriz. Marksist teorinin günümüzde dil ile ilgilenmesini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir. Burjuva dil felsefesinin yaptığı manipülasyona karşı direniş göstermek, onun tahribatlarını, psikolojik yıkıntılarını, sosyal ve siyasal zararlarını ortadan kaldırmak için Marksist bir dil felsefesi zorunlu olmaktadır.
Dilin çok yapılı bir kurum ve kavram olduğunu hatırlatmaya bile gerek yoktur. Marksist dilbilgini Voloşinov’un da belirttiği gibi dil, canlı bir organizmaya benziyor, onun tarihi de insanlık tarihi kadar eski. Dolayısıyla dili tarihsel özellikleri içinde, iklim ve coğrafya koşulları çerçevesinde değerlendirmek gerekiyor. Bir “sınıf dili”nden söz edemesek de bu durum, sınıfların lehçelerinden, jargonlarından, terim seçimlerinden söz etmeyeceğimiz anlamına da gelmez. Mesela “Dersim” demekle “Tunceli” demek arasında yüz seksen derecelik fark vardır. İlki halkın ve emekçilerin tercihi, ikincisi ise egemen sınıfların tercihidir. Ülkemizin yakın tarihi için, Dersim’in Tunceli’ye karşı direnişinin tarihidir de denilebilir. Bu konuda ülkemiz tarihi oldukça zengin örneklerin alanıdır. Resmi ideoloji, 1920’li yıllarla birlikte emperyalistlerin önerisi (dayatması diye okuyun) ile alfabeye müdahale ederken, bunu emekçilere karşı yapılan bir mücadelenin parçası olarak değerlendirmiştir. Türk Dil Kurumu, Türk Tarih Kurumu, Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi türünden oluşumları da aynı çerçevede ele almak gerekir. Coğrafi yer adları, kent, kasaba ve köy isimleri halkları kendi tarihlerinden koparılmak için değiştirilmişlerdir. Kürt ulusuna mensup olan kişi ve topluluklara soyadı uygulamaları sırasında Ahmet Türk örneğinde olduğu gibi “Türk” veya “Öztürk” gibi ikinci adlar verilmesi, -baskı ve asimilasyon değilse- başka hangi mantıkla açıklanabilir?
Marksist bir dil felsefesi, anadil kavramına dikkat çekmek zorundadır. Çünkü her türden düşünce anadilde gerçekleşiyor. Gündelik dil gibi sanat dili, politika dili, bilim dili ve felsefe dili anadilin içinde oluşmaktadır. Kuşku yok ki dilsel süreçler psikolojik süreçlerdir. Buna göre dile müdahale, insan psikolojisine müdahale anlamına gelir ki, bu duruma karşı çıkılmalıdır. Demek ki dil dediğimiz zaman asıl olarak düşünmenin gerçekleştiği anadili kastediyoruz. Bu alana yapılan müdahale ekonomik-sosyal alanla temelde ilgili olmakla beraber nörolojik süreçlerle de temas içinde olduğundan ruh sağlığı sorunlarına da yol açmaktadır. Kürt halkı ve benzer halkların bu sorundan yıllardır mustarip olduğuna kuşku yoktur. Kürt sorunu denilen olgunun kilit unsurlarından birisinin dil (Kürtçenin özgürlüğü) meselesi olduğunu sanırım hatırlatmaya gerek yoktur.
Pir Sultan Abdal Köprüsü mü Yavuz Sultan Selim Köprüsü mü?
Sömürücü sınıflar, dilleri yasaklarken, baskı uygularken toplumsal bir travma yarattıkları gibi kendi dillerini dayatırken de yeni travmalar yaratırlar. Mesela kamu kurumlarına, yollara, havaalanı ve köprü gibi yapılara F. Sultan Mehmet, Yavuz Sulan Selim veya Atatürk, İnönü, Menderes ya da Özal veya Demirel gibi adlar verirken böyle bir travma yaratırlar. “Spartaküs Üniversitesi”, “Clara Zetkin Mahallesi”, “Şeyh Bedrettin Meydanı” veya “Pir Sultan Abdal Köprüsü” biçiminde adlandırmalara rastlanmaz. Mustafa Suphi ya da Seyit Rıza adının veya muhalif şahsiyet adlarının herhangi bir kuruma, yapıya isim olarak verilmesi egemen sınıfların dil anlayışına terstir. Bu sınıflar, kendi değerlerini halklara dayatırken yarattıkları travma ile ekonomik egemenlik yanında psikolojik egemenliği de temsil etmeye özen göstermektedirler. Sovyetik rejimlerle siyasal alanla birlikte ekonomik alanda da egemen olan Bolşeviklerin dile müdahale etmeleri, birçok yer ve kurumun adlarını emekçiler lehine değiştirmiş olmaları “dilin gücü”nü gösterdiği gibi onun masum (natürel) olmadığını da gösteren en önemli kanıtlardır.
Wittgenstein gibi dile sınır çizmek isteyen filozoflar da olmuştur. Ona göre “dilin sınırları dünyanın sınırlarıdır”. Oysa Marksist dil düşünürü Chomsky’nin dediği gibi “dil sınırsız ve limitsiz bir yapı” arz etmektedir. Dilin tutarlı ve bağımsız bir özellikte olduğunu düşünmek gerekir. Dilin yaratıcı, üretken bir nitelikte olduğuna kuşku yoktur. Kaldı ki Wittgenstein’ın sandığı gibi dünyanın sınırlarından söz etmek de evrenin sonsuzluk gerçeğine terstir. Bu sonsuzluk fikrine uygun olarak sonsuz sayıda sözcük üretilebileceğini ve bu sözcüklerden sonsuz sayıda cümle kurmanın mümkün olduğunu düşünmek akla daha yatkındır. Demek ki dili “yapı” olarak (statik) ele alan Saussure ve benzeri burjuva dil felsefecilerine karşı onu canlı bir organizma olarak ele alan ve dile diyalektiği uygulayan Voloşinov’un yanında durmak yeğdir. Bunun gibi dile sınırlar çizen Wittgenstein yerine onun sınırsız bir nitelikte olduğunu söyleyen Chomsky’nin yanında olmak gerekiyor. İlkine burjuva dil felsefesi ikinci yola ise Marksist dil felsefesi denilebilir.
Proletaryanın ve onun ideolojisi ve çıkarını savunmaktan başka çıkarı olmayan komünistlerin, “dilin günü”ne ilgi göstermeleri zorunludur. Proletaryanın, emekçi sınıfların ve ezilenlerin pozitif bir özellikte olmaları, kendi sınıfsal konumlarının bilincinde olmalarına bağlıdır. Bu yüzden bir bilinç eğitiminden söz etmek, bilhassa Kaustky ve özellikle de Lenin’in vurgu yaptığı “sınıf bilinci” ve “bilincin taşınması”, dolayısıyla da “yanlış bilincin” aşılması konuları bugün de dünkünden daha fazla olmak üzere elzemdir. “Yanlış bilincin” taşıyıcısı bir proletarya ya da emekçi sınıfları, “negatif sınıf” olarak işlev görmektedirler. Bunun düzeltilmesinde bilinç üretimi ve bunun aktarımı son derece önem kazanır. Bilinç eğitimi ise dil ile ilgilenmeyi gerektirir.
Dil Hapishanesinden Özgürleşmek
1990’lı yıllarda emperyalistlerin, Sovyetik toplumların hâkimiyetindeki yerlerde radyo ve televizyon istasyonları kurmaları, düşünce ve dilin nasıl koşullanacağını gösteren örneklerdir. Aynı çevreler emperyalizm yerine küreselleşme diyor, savaş ve sömürü yerine liberalizm diyor, faşizmin de demokrasi olduğunu söylüyor. İnsan hakları, hümanizm ve aydınlanma gibi terim ve adlandırmalarla gerçek olup bitenler gizleniyor. Az gelişmiş ülkeler, kalkınmakta olan toplumlar, geri kalmış devletler şeklinde sürekli yeni bir terminoloji üretiyor. İnsan son çözümlemede kavramlarla düşünen bir varlıktır. Sözünü ettiğimiz bu kavramlarla düşünen geniş halk kitleleri, bu kavramlar dünyasına karşı direnmez ve bu yapıyı parçalamazsa dil hapishanesinden özgürleşmesi mümkün değildir. Hapishane gerçeğinin dil hapishanesiyle başladığını söylemek de mümkündür.
Dil hapishanesinden özgürleşmemiş sınıfların, kendi sınıf bilinçlerini edinmeleri söz konusu olamaz. Bu sınıflar, sömürücü sınıfların bilincini kendi bilinciymiş gibi taşımak zorunda kalır. “Bir Türk dünyaya bedeldir” dendiğinde, bunun kişiyi kuşatan gerçek dışı bir durum olduğu saptanamazsa kişi, dil hapishanesinde olduğunu da fark etmeyecektir. Günümüzde burjuvazi yalnız ideolojik kalıplarla, bunları taşıyan cümleleri ve sözcük seçimleriyle ilgilenmekle kalmıyor, harflerin bile nasıl seslendirileceğini belirlemek istiyor. Dil hapishanesini sürekli genişletmekten yana. Mesela Newroz’daki “w” sesinin “v” olarak yazılmaması, Kürdistan İşçi Partisi’ndeki “k” harfinin “kalın k” olarak mı yoksa “ince k” olarak mı telaffuz edilmesi gerektiği büyük bir entelektüel, siyasi ve hukuki sorun haline gelebiliyor.
Ülkemizde sermaye sınıflarının temsilcisi olarak başta liberalizm olmak üzere ulusalcılığı ve teolojiyi anabiliriz. Buna göre dilin ağırlıklı olarak liberal ulusalcı/milliyetçi ve teolojik (dinsel) karakterde olduğunu düşünmek mümkündür. Dinci bir görünüşe sahip olan bugünkü AKP hükümeti bu üç siyasal-ideolojik akıma tekabül ediyor. Entelektüel dünyaya ve dolayısıyla kültürel çalışmaların diline de bu üç ideoloji rengini veriyor. Üç siyasal ve ideolojik akım arasında çatışmalar olsa da bu çatışmalar tali plandadır. Dili kontrol edenler, esasta bu akımlardır. Bu akımlara karşı Türkiye ve Kürdistan sol hareketinin felsefi-ideolojik bir -dil sorunundan hareketle- mücadele yürütmesi kaçınılmazdır.
Olgu Durumu-Dil İlişkisi
“Beş terörist ölü ele geçirildi” dendiğinde bu cümlenin olgu durumuna uygun olup olmadığı araştırma konusu yapılmalıdır. Anılan kişiler, gerçekten beş kişi midir? Terörist kime deniyor? “Ölü ele geçirildi”, ne demek? Bazen “etkisiz hale getirildi” de deniyor. Yine sermayenin medyası, “teröristler saldırdı, üç şehit daha verdik” diyerek haber yapıyor. Bu haber doğru mudur? Saldıran kimdir? Şehit kime deniyor? Tüm bu türden çokça verilebilecek soruların yanıtları, sınıfların konumuna ve emekçilerin edindikleri bilinç durumuna göre değişik olacaktır/olmaktadır. “Dilin gücü”nü ve sınıf mücadelesindeki rolünü görmek bakımından bu türden örneklerin sonu gelmez. Sömürücü sınıflar yerel ve evrensel planda dili manipüle ederken Marksist terminolojiye de müdahale etmekten asla geri kalmazlar. Çünkü Marksizm kendine özgü bir terminoloji, konular ve kavramlar dünyası oluşturmuş, bunu zenginleştiren bir de literatür inşa etmiştir.
Bu terminoloji ve kavramlar dünyasını bertaraf etmeye gücü yetmediği yerde onu değersizleştirmek, sulandırmak istiyor kapitalizm. Mesela bir sınıfın diğer sınıfı yıkması ve iktidarı ele almanın temel bir terimi olan “devrim” kavramını “modada devrim” diyerek ya da “peynirde, telefonda, mobilyada devrim” diyerek terimi gözden düşürüyor ya da içini boşaltıyor. Ülkemizin siyasal tarihinden de çok sayıda ilginç örnek vardır. Emperyalizmin yönlendirmesiyle Latin alfabesine geçmeyi “harf devrimi”, uluslararası pazara kolay uyarlanmak için dayatılan uygulamalara “eğitim devrimi”, “ölçü, tartı devrimi” hatta “kılık kıyafet devrimi” bile denmiştir, halen de denmektedir. Oysa devrim böyle bir şey değildir. Türkiye sol hareketi tüm bu türden terimleri, kavram dünyasından ve literatüründen söküp atmalıdır. Çünkü bu kavramlarla düşünen bilinçler, hiçbir zaman ezilen sınıfların özgürleşmesi olan ve yeni bir dünyanın kurulması anlamına gelen devrimi tasarlayamayacaktır.
Kılık kıyafeti, markayı, modayı, harfi, Batılı ölçü birimini, faşist ceza yasalarını, sahte laiklik uygulamalarını devrim olarak değerlendiren geniş bir kitle bulunuyor. Açık ki bu üst yapıya dikkat çekilmesinde amaç; sistemin sömürücü, hatta soykırımcı siyasetini gizlemek, dikkatleri hukuksal alan diyeceğimiz üstyapıya çekmektir. Bu açıdan düşünüldüğünde Marksist terminolojinin bir arınmaya da ihtiyacı olduğu açıktır. Bu alanda tartışılması gereken daha köklü alışkanlıkların olduğunu hatırlatmakla ve bir iki örnek vermekle yetinmek kâfi olsa gerek. Artı-değer sömürüsü üzerinden tanımlanan bir sınıf olarak tasvir edilen burjuvaziden kalkarak “burjuva devrimi” ifadesini kullanıyoruz. Yine burjuvazinin “ilerici” (eskiden sıfatını eklemekle birlikte) olduğunu ilan etmişiz. Buna uygun olarak “Jön Türk Devrimi” veya “Kemalist Devrim” diyebiliyoruz. Burjuvazinin devrimci ve ilerici olduğu -konjonktürel olarak bile söylense- sorunlu bir kavramlaştırma ve bulanıklaştırılmış bir dil olarak görünmüyor mu?
“Sınıf Dili”, Jargon ve Lehçe Meselesi
Ekonomik olarak egemen olan sınıflar, düşünsel ve kültürel olarak da egemen oluyorlar. Bunların dile de egemen olduğunu gösteren yeterince elimizde veri mevcuttur. Atasözleri, deyimler, halk deyişleri, maniler ve benzeri dilsel ürünlerin içerikleri bunu yeterince açıklamaktadır. “Böyle gelmiş böyle gider”, “saçı uzun aklı kısa”, “kızını dövmeyen dizini döver”, “karı gibi gülme”, “Arapsaçı gibi karmakarışık”, “Çingene’yi bey yapmışlar önce babasını asmış”, “Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz” şeklinde dile getirilmiş çok sayıda ifade bulunmaktadır. Bu ifadelerin bilgi içeriğine yakından bakılırsa emekçi sınıflar, ezilen cinsler, etnik topluluklar, inanç grupları çeşitli biçimlerde küçümsenmekte ya da aşağılanmaktadır. Baştan da işaret ettiğimiz gibi dilin bu çerçevede etkili olması, Gorgias’ı yanlışlıyor. Gerçekten de filozofun, dilin düşünceyi ya da bilgiyi aktarmada yetersiz ve hatta imkânsız olduğunu ileri sürerken ne denli gerçeklikten kopuk olduğu anlaşılmaktadır. Üstelik 2500 yıllık bilgi, bilim ve kültür zenginliği, (yazılı, sözlü, görsel) “dilin gücü”nü ortaya koyan bir hayli materyal üretmiştir.
Doğaldır ki dilin, üretim süreçleriyle, fizyolojik evrimle olduğu kadar düşün ve sanat eserlerinin üretimiyle de bağlantısını kurmak gerekir. Çünkü dili halk kitleleri, üretim ilişkileri içinde üretmiş olsa da onu geliştiren, disipline eden ve ona yol gösteren sanat ve düşün insanlarıdır. Buna göre bir dilin gelişmişliği onunla yeterince felsefe, bilim, sanat ve politika yapılmasına bağlıdır. Diğer diller gibi sözgelimi Kürtçenin gelişmesi de, onunla yeterli düzeyde düşün ve sanat ürünleri verilmesiyle olasıdır. Çünkü tezimize göre her dil, doğası gereği düşün ve sanat ürünü vermeye, felsefe yapmaya uygundur. Önemli olan o dil içindeki entelektüellerin yeterli, yaratıcı ve verimli çalışmalar yapmasıdır. “Yalnız Osmanlıcada felsefe yapılır” ya da Almanca ve Fransızcada daha iyi felsefe yapılır biçimindeki argümanlar gerçeği yansıtmıyor. Elbette bu anlayış; Batı dillerinde zengin bir felsefi birikim yüklü olduğunu dile getirmemize asla engel değildir.
Marksist teori açısından “sınıf dili”, “proletarya grameri” veya “dil devrimi” türünden ifadeler gerçekliği yansıtan ifadeler değildir. Marks dahil olmak üzere onu izleyen düşünürler dille ilgilenmişler ve dilin sınıfsallıkla bağını kurmuşlardır. Marks açısından egemen dile burjuvazi ruhunu vermiştir, ona göre bu dile bezirgânlık ve alım-satım düşüncesi damgasını vurmaktadır. Engels de İngiltere’de bir dil farkından söz etmese de İngiltere işçi sınıfının kendine özgü bir jargon, lehçe ve terminoloji kullandığını ileri sürmektedir. Lafargue da “Devrim Sırasında Fransız Dili” başlıklı yazısında işçi sınıfı ve burjuvazinin dili hangi farklarla kullandıklarını ve dilde olası bir devrimden söz etmektedir. Stalin ise dilin devrimden muaf olduğunu söylüyor. Ona göre dilin (gramer yapısı) değişmesi çağları alabilecektir. Bu nedenle dil, Stalin’e göre bir üst yapı kurumu da değildir. Dolayısıyla da ekonomik alanda yapılacak bir devrimle ya da altüst oluşla dil değişmiyor.
Yüzlerce Çiçek Açar, Yüzlerce Dil Birbiriyle Yarışır
Diğer Marksistler gibi elbette Stalin açısından da aynı toplum içinde farklı diller (Proleter-Kapitalist) olmasa bile kültürel farklılıklardan ve hatta kültürel karşıtlıklardan söz etmek gerekir. Terim ve kavram seçimi, bunların düzenleniş biçimi kültürün bir parçası olarak çağlar boyu yenilenerek veya yeniden üretilerek var olagelir. Komünal toplumun kendi özelliklerine göre, köleci ve feodal dönemin yine kendine özgü bir dili olduğu akla yatkın görünüyor. Farklı üretim tarzları farklı dillere ve dil kullanımlarına imkân veriyor. Feodal dönemde dilin teolojik düzeyde kullanıldığını, sermayecilik çağıyla birlikte dilin seküler bir karakter kazandığını söylemek bilineni tekrar etmek olacaktır. Martin Luther’in İncil’i yerel dillere transfer etmesi bir “dil devrimi” değilse de devrim kadar etkili sayılan Reformun fitilini ateşlemiştir. Luther’in uygulaması “dilin gücü”nü göstermesi açısından ilginç olmalıdır. Sermayecilik, kendine özgü bir dil yaratmışsa bunun yeni doğan ve gelişmekte olan proletarya sınıfı için de geçerli olması gerekmez mi?
Emekçi sınıflar ve onların aydınları bu dilin yaratılması için mücadeleyi göz ardı edemez. Kendi dilinin mücadelesini vermeyen bir sınıfın ise özgürleşmesi mümkün değildir. Zira Kürtçe örneğinde verdiğimiz gibi kendi dilinin içinden düşünemeyen bir kişi ya da sınıf, gerçekleri görmekte yeterince başarılı olamaz. Üstelik kendi dilinde (anadili) düşünmesi engellenen ve kendi sınıfının terminolojisi dışında düşünmeye zorlanan birey ve toplumlarda ruhsallık sorunları da ortaya çıkabilir. Anadilde düşünmenin engellenmesi gibi kendi sınıf jargonu, lehçesi ya da ruhu içinde düşünmenin engellenmesi etik açıdan yanlış olduğu kadar insan hakları bakımından da suç sayılmalı, ifade özgürlüğünün reddi anlamına gelmelidir. Bu yüzden Komünist Manifesto’da da yazdığı gibi komünistler, haksızlığa uğrayan tüm toplumsal dinamiklerin yanında oldukları gibi dillerin özgürlüğü ve direnişlerine de tüm güçleriyle destek verirler.
Düşünmek ve düşünceyi ifade etmenin en önemli aracı olan dilin yalnızca özerkliğini değil her türden baskıdan bağımsızlığını koşulsuz desteklemekle mükelleftir komünistler. Bununla beraber tekrar etmek gerekir ki Marksist teori açısından asıl sorun ekonomik-sosyal koşulların analizi ve mevcut yapının değiştirilmesidir. Ezilen dillerin direnişinin desteklenmesi gibi tek dünya diline doğru yol alınmasına karşı tavır da, yani dil planında yaşananların ekonomik üretim süreçleriyle bağlantılı olarak ele alınması gerekir. Son söz olarak Mao’nun bir ifadesini sentaks ve semantik değişikliğe uğratarak şöyle diyebiliriz: Dünya, yüzlerce çiçeğin yan yana açmasıyla ve yüzlerce dilin birbiriyle yarışmasıyla güzelleşebilir.
Bu yazı, Sanat ve Hayat Dergisinin Bahar 2016 tarihli 3. sayısında yayımlanmıştır.