Akranlarım hatırlayacaktır, bir dönem “Yeni Dalga filmleri mi, Lars von Trier filmleri mi?” diye bir gülünç tartışma vardı. O yaşlarda tartışma konusu olan hiçbir şey gülünç sayılmıyor elbette, ama bugünden bakıldığında pek fena. Taraf olmaktan hiç de çekinmeden (ve pek tabii derinlemesine incelemeden) Yeni Dalga saflarında yer almış olmam tamamen şans. Tek gerekçem, izlediğim Von Trier filmlerindeki kadın karakterleri aptallık derecesinde saf bulurken, mesela Claude Chabrol’un La Ceremonie’sinde uzun namlulularla intikam almaya giden kadınlara daha çok inanmam, onları daha makul (evet, makul) bulmamdı. Festivallerde, film gösterimlerinde, DVD raflarında, çok sonraları internette Yeni Dalga’nın pek çok yönetmen ve filmiyle buluştukça, hiç de fena bir seçim yapmadığıma kani oldum; hele akımın kurucuları arasında yer aldığı halde benim epey geç tanıdığım Agnes Varda… Varda’nın asi ve uyumsuz kadınları hele…

 

Varda, dilerdik ki, mart ayındaki vefatı sebebiyle değil, filmografisine dair uzunca bir yazıyla sayfalarımızda dolaşsın gülümseyerek. Yine de elimizden geleni yapacağız, zira biliyoruz ki bir yerlerde gülümsemeye devam ediyor hâlâ, hınzır hınzır.

 

Sanat ve Hayat yayın kurulunda, hem Varda ile henüz tanışmamış okurlarımızı onunla tanıştırmak hem de sevenlerine hatırlatmak için çoğunlukla kronolojiyi takip ederek onlarca filminden birkaçına değinen bir yazıya yer vermekte karar kıldık.

 

“Yeni Dalga’nın büyükannesi” olarak anılan Varda (ki, bizce ablasıdır olsa olsa) genç yönetmenlere kendilerinin de film çekebileceği ve bunu kendi yöntemlerini oluşturarak yapabilecekleri konusunda ilham ve cesaret vermiş bir yönetmen. Sinemaseverler içinse, her şeyin filminin pekâlâ çekilebileceğini ispatlayan bir yaratıcı deha. Brüksel’de doğup 18’inde kendi ismini Agnes olarak değiştiren çılgın yönetmen, gençken hiç film izlememiş olmasının büyük avantaj olduğunu söyler bir söyleşide. Filmleri, “formüllerle çekilenlerin aksine” orijinaldir Varda’nın. Çoğu şahsi alandan yol alan bu filmler, kalıplara sığmayacak kadar özgün ve genellikle neşelidir.

 

“Sürekli hareket halinde bir kadın olarak gecesini de gündüzünü de randımanlı kullanan biriydi Varda, bir şeyler yapmadan duramazdı. Büyük sofralar kurar, sofralara kurulur, masadaki bütün içkileri bitirmeden uyumazdı. Sabaha karşı yazmaya başlar, öğlene doğru uykusuzluğa dayanamayınca yazmayı bırakırdı.” Hakkında yazılanlar böyle. Agnes, 90 yaşındayken sosyal medyayı gönlüne göre kullanan bir fenomendi mesela. İyi de bir fotoğrafçı olduğunu yüz binlerce takipçili Instagram hesabına bakarak görmek mümkün.

Agnès Varda sinemaya 1954’te, büyüdüğü Sète yakınındaki bir kasabada yaşayan balıkçıların öyküsünü anlatan Paralel Yaşamlar ile adım attı. Fransız Yeni Dalga akımının öncülerinden biri olarak değerlendirilen filmde, hem küçük bir balıkçı kasabasında geçen olaylara hem de orada yaşayan bir çiftin hikayesine usulca odaklandı. Her şeyin filmini çekebileceğine daha ilk filminden itibaren inandırdı Agnes.

 

En sevilen filmlerinden 5’ten 7’ye Cléo, Cannes Film Festivali Altın Palmiye adayı oldu. Genç ve güzel şarkıcı Cleo’nun kanser olduğunu öğrendikten sonraki iki saatine “gerçek zamanlı” olarak odaklanan filmde Agnes, Cleo’yu o iki saatte bencil bir porselen bebekten tanımadığı insanlarla da yakınlık kurabilen bir kadına dönüştürür. Erkekler klübü sayılabilecek Yeni Dalga’nın tek kadın yönetmeni Agnes, bu kült filmden sonra bile, yapımcıların “sırf kadın olduğu için” kendisine destek çıkmayacağını bilerek devam eder yoluna.

Simone de Beauvoir’ın kürtaj hakkı için yazdığı “Ben de kürtaj yaptırdım!” diye başlayan ünlü manifestoya imza atan 343 kadından biri olarak feminist harekette etkin biçimde yer alan Varda’nın Kadınların Cevabı: Bizim Bedenimiz, Bizim Cinsiyetimiz (Réponse de Femmes: Notre Corps, Notre Sexe, 1975) belgeseli apayrı bir önem taşır.

 

Feminist bir müzikal olarak adlandırılan Biri Şarkı Söylüyor Diğeri Söylemiyor, kadın hareketinin ivme kazandığı 1970’ler Fransası arka planında, birbirine benzemeyen iki kadının kesişen hayatları etrafında gelişiyor. Suzanne iki küçük çocuğunun babası olan bir fotoğrafçıyla birlikte yaşamaktadır. Üçüncü çocuğuna hamile olduğunu öğrenir fakat bu çocuğa bakacak durumu yoktur. Bu sırada tanıştığı Pomme, Suzanne’in kürtaj sürecinde ona destek olur. Yıllar sonra Suzanne çocuklarıyla birlikte ailesinin çiftliğine taşınır. Kadın hareketine şarkılarıyla destek veren Pomme ise evlenerek İran’a yerleşir fakat işler onun da umduğu gibi gitmeyecektir. Hayatlarının izlediği farklı yollar ise bu iki kadını birbirinden koparmaya yetmeyecektir. İki kadının kız kardeşliğinin, dostluğunun, dayanışmasının hikâyesi; yönetmenin, kendisinin de parçası olduğu kadın hareketine bir armağanı.

 

1979 yılında Los Angeles’a giden Varda şehre canlılık katan, renk ve konu zengini duvar resimleri hakkında bir belgesel çeker. Fısıldayan Duvarlar, farklı topluluklar için bir ifade alanı olmuştur. Hem anlatıcı hem tur rehberi hem de bir tarihçi gibi davranan Varda, duvar resimlerini çizen sanatçılarla da röportajlar yaparak 1960’ların sonundaki Melekler Şehri deneyiminin ayrılmaz bir parçası olan bu sanatsal dışavurumların tarifsiz ruhunu yakalamaya çalışır.

 

1968’de Oakland’da, Kara Panter Partisi’nin kurucularından Huey Newton’ın serbest bırakılması için düzenlenen protestolardan birini görüntüleyen Varda, partinin Newton dahil önde gelen başka isimleriyle de görüşmelerini kayıt altına alır. O yıllarda Amerika’da kolay cesaret edilemeyecek bir işe daha imza atmıştır.

 

Varda’nın dış sesinin zaman zaman devreye girdiği Çatısız Kuralsız ise bir sabah hendekte ölü bir kadın bedeni bulunmasıyla açılır. Orta sınıf bir aileye mensup ofis çalışanı olan Mona, bu hayattan nefret ederek yollara düşüp tüm kimliklerden sıyrılarak yaşamayı seçmiştir. Sırt çantasında en gerekli birkaç eşya ve çadırıyla gezerek berduş hayatı yaşar. Hiçbir şey umurunda değildir, sadece ilerler. Hayatının son döneminde yolunun kesiştiği insanlarda tiksinti ve korku uyandırsa da, iyi veya kötü başka bir hayatın mümkün olduğunu gösteren bir fonksiyonu vardır ve taviz vermeye yanaşmadığı özgürlüğü hınçla karışık, örtük bir imrenme duygusu yaratır.

 

Agnes, çok sevdiği eşi, yönetmen Jacques Demy 1991’de ölünce Demy’nin imzasını taşıyan Rochefort’un Genç Kızları filminin kahramanlarını yeniden bir araya getiren bir 25. yıl kutlaması olarak Rochefort’un Genç Kızları 25 Yaşında’yı çeker. “Mutluluğun anısı, belki de mutluluğun ta kendisidir” cümlesiyle tanıtılan ve hem Demy’nin filminin çekildiği 1966 yazının görüntülerini hem de 1992’deki 25. yıl kutlamalarını melankolik bir bakışın yanı sıra mutlulukla yansıtan film, her şeyden önce Varda’nın eşine aşkının bir ifadesi. Üstelik feminist bir yönetmenin eşine duyduğu aşkın yansıdığı tek filmi bu değil. Pek çok filmde bu aşkın somut izlerine rastlamak mümkün ve çok da hoş.

 

Agnès Varda’nın “her şeyin filmini çekebilecek”  harika bir kadın olduğuna değinmiştik. 2000 yılında Fransa’yı neredeyse baştan başa dolaşıp, toplayıcılar, koleksiyoncular ve mucitlerle bir araya gelerek çektiği Toplayıcılar filminde, başka insanların bıraktıklarını ihtiyaçtan, tercihen ya da şans sonucu toplayan insanları perdeye taşır. Bu insanların dünyaları izleyiciyi de derinden sarsar, çünkü bu tuhaf ya da muhtaç bulduğumuz, acıdığımız insanların dünyaları sürprizlerle dolu, son derece etkileyicidir. Varda, sıradan insanların gündelik hayatlarını ele alarak toplumsal ilişkileri aşağıdan yukarıya bir bakış açısıyla inceleyen sosyal bilimcilerin yaptığını sinema aracılığıyla yapıyor.

 

Film çekmenin de bir çeşit toplayıcılık olduğunu düşünen Varda, Toplayıcılar belgeselinin devamı niteliğindeki Toplayıcılar 2 Yıl Sonra filminde, Toplayıcılar’ı çekerken tanıştığı insanları iki yıl sonra yeniden ziyaret eder ve ilk filmin etkisiyle kendisine ulaşan yeni insanlara kamerayı çevirir bu kez. Fiziksel, ekonomik ya da manevi birtakım zorluklara rağmen yaşama tutunmaya çalışan insanların hayatlarından kesitler sunan filmde, yönetmen sadece temel birkaç soru sorar ve esas olarak dinler. İlk filmin etkisiyle yaşadıkları ilgiden memnun olanlar, hayatlarına olumlu yön verebilenler ya da büyük zorluklar atlatanlar dahil, herkese aynı mesafeden yaklaşarak, sadece seyircinin o anı yaşamasına olanak verir.

 

“İnsanların içi incelense, manzaralar bulunur orada. Bana gelince, içimi açarlarsa eğer, plajlar bulurlar.” Agnès Varda kendisini böyle anlatıyor. Otobiyografik bir belgesel olan Agnes’in Plajları’nda yaşamının bölümlerini oluşturan plajlara dönen Varda, kendi filmleri, imgeleri ve röportajları arasında sahneye çıkıyor. Yaşamı boyunca küçük defterlerde biriktirdiği notların ve topladığı fotoğrafların damga vurduğu filmde yönetmen, bir sahne fotoğrafçısı olarak çalışmaya başlamasını, sonra dünya sinemasında büyük etki yaratan Fransız Yeni Dalgası’nın erken dönem yönetmenlerinden biri oluşunu, kendisi de yönetmen olan eşi Jacques Demy ile yaşadıklarını, feminizmini, Küba, Çin ve ABD’ye yolculuklarını, bağımsız yapımcı olarak yaşamını ve ailesini mizahi ve duygulu bir dille paylaşıyor.

 

7 Oda, Mutfak, Banyo… Bu Fırsat Kaçmaz’da satılmayı bekleyen, eşyasız, geniş bir evin içinde dolaşırken “boş mekâna” yüklediğimiz çeşitli anlamları sorgulamamızı sağlayan Agnes Varda, insan ruhunun mekanla bağı üzerine dolanmaya, düşünmeye devam ediyor. Çok Güzel Merdivenlerin Var, Biliyor musun? Varda’nın, 1986’da 50. yılını kutlayan Fransız Sinemateki’ne armağanı olan ve Isabelle Adjani’nin seslendirdiği bir film. Güzel Merdivenlerin Var, Biliyor musun? mekânın ünlü merdivenleri ile merdivenler ekseninde gelişen klasik film görüntülerine odaklanıyor. Uçarı Aslan da Paris’in 14. bölgesindeki Belfort Aslanı etrafında geçen bir aşk hikâyesini anlatıyor.

 

Ümit ederiz ki Agnes’le tanışmak için siz okurlarımızın bir adım atmasına vesile olabilmişizdir. İzledikçe fark edeceksiniz ki, Agnes bir lunapark aynı zamanda.